23 Aralık 2014 Salı

KPSS’DEKİ PARALEL HIRSIZLIĞIN ŞİFRELERİ ÇÖZÜLDÜ : İptal edilen 2010 KPSS sınavındakı hileyi TÜBİTAK’ın bilirkişi raporu çözdü.


Buna göre: Akraba olanlar farklı yerlerde sınava girip aynı puanı aldı. Kitapçığa yanlış hesaplama karalayıp doğru sonucu işaretlediler. Kitapçık üzerindeki yazılar silinip değiştirildi. Delil kitapçıklar imha edildi.


Sorular çalındığı için iptal edilen 2010 Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) Eğitim Bilimleri sınavıyla ilgili yürütülen soruşturmada sınava girenler arasında akrabaların adres oyunları tespit edildi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, KPSS Eğitim Bilimleri ve Genel Yetenek sınavı sorularının sızdırıldığı iddiasıyla, 4 yıldır yürüttüğü soruşturmada, teknik destek aldığı TÜBİTAK bilirkişileri ilginç detaylara ulaştı. Sınavda 110 ve üzeri doğru yapan adayların birbirleri arasındaki ilişkileri inceleyen bilirkişiler, soy ismi farklı olan ve farklı merkezlerden sınava girenlerin nüfus kütük bilgilerinden akrabalık bağlarını ortaya çıkardı. Gaziantep’te bulunan ev adreslerini ve sınav merkezlerini farklı gösteren ‘Dağlı’ soy isimli 3 kız kardeşin üçünün de 116 puan aldığı tespit edildi. Araştırmalarda ‘Yolaçan’ ailesinden 3 kişinin de farklı adres ve sınav merkezi vererek sınavda 110 net ve üzeri yapan adaylar arasında oldukları tespit edildi. İşte rapordan detaylar:

ADRESLER PARALEL: Savcılığın, Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’nde yaptığı incelemede adayların ev ve işyeri adreslerinden Paralel Yapı’ya da ulaştı. 120 net yapan 350 adaydan 150′sinin Gülencilerin dershanelerinde, 100′ünün de okullarında öğretmenoldukları tespit edildi. Bu kişilerin geçmişe yönelik telefon kayıtları çıkarılacak ve ifadeye çağırılacak.

YANLIŞ HESAP DOĞRU CEVAP: 

Bilirkişi, adayların kitapçık üzerinde yaptıkları işlemlerde yanlış hesaplara karşın doğru yanıtları işaretlediklerini, adayların kitapçıklarının üzerindeki karalama ve yazıların silindiğini, değiştirildiğini ortaya çıkardı.
DELİLLER İMHA EDİLDİ:

 Soruşturma sürerken adayların üzerinde karalama yaptığı kitapçıkların, ÖSYM’den talebi ve savcılığın onayı ile imha edildiği belirlendi. ÖSYM’nin delilleri neden imha ettirmek istediği merak ediliyor.

3 BİN 240 KİŞİ MERCEK ALTINDA:

 Soruşturmada şüpheli sayısı 3 bin 240. KPSS’den sonra, Genel Yetenek sınavından bin 29 adayın, Eğitim Bilimleri sınavından ise 350 adayın tüm sorulara doğru yanıt vererek tam puan aldığı tespit edilmişti. Savcılık şüphelilerin Paralel Yapı bağlantısını inceliyor.

RAKAMLARLA KPSS GERÇEKLERİ

KPSS 2010 eğitim bilimleri sınavına 279 bin 889 kişi öğretmen olmak için girdi. Sınavda, 3 bin 277 aday 100 ve üstü net yaparak bugüne kadarki sınavların başarı rekorunu kırdı. Adaylardan 350′si 120 soruda 120 net yaptı. 100 ve üstü net yapanlardan 324′ünün evli olduğu ortaya çıktı. Bu çiftlerin 20′si 120 net yaparak bütün soruları doğru cevapladı. ÖSYM sınavı iptal etti yerine Ekim 2010′da yenisi yaptı. İptal edilen sınavda 100 ve üzeri net yapan 3 bin 229 adaydan bin 175′i, 120 net yapan 350 adaydan ise 148′i sınava girmedi. Sınava girenlerin de sadece 76′sı 100 ve üzeri net yapabildi. 100′den fazla net yapabilen aday sayısı ise sadece 2 oldu. 120 net çıkaran ise olmadı; en yüksek puanı alan aday 111 nette kaldı.

(SAFURE CANTÜRK/SABAH)




HAŞHAŞİLERİ TANIMA 
KILAVUZU

Malum Haşhaşiler, kimler ve ne olduğu tam bilinmese de günümüzde oldukça popüler.. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir yıldır meydanlarda bağıra bağıra anlattığı Haşhaşiler, 7’den 77’ye hepimizin ezberlediği kavram oldu. Tarihteki örgüt, Erdoğan’ın büyük katkısı sonucu, sanki “günümüzde yaşanıyormuş” gibi adeta canlı.



 Elbette ki Haşhaşiler deyince, Fethullah Gülen’in lideri olduğu, yargının “terör örgütü” diye dava açtığı Cemaat akla geliyor. Peki ama bu Haşhaşilik nedir ki, tarih boyunca nice örgütlere kaynaklık etmiş, günümüze kadar da dillere dolanmış. Bu konuda bir kitap okudum ve kendimce çok ilginç şeyler öğrendim. Meğer Haşhaşiliği ve “dini terör örgütleri” kuran Hasan Sabahdeğil, “dinlere inanmayan din alimi” Meymun adında biriymiş.
Haşhaşîler denildiğinde, akla Hasan Sabbah, onun meşhur Alamut Kalesi, bir de uyuşturduğu fedaîlerini sahte cennete sokup, kadınlarla her türlü zevki yaşattıktan sonra çıkarıp, onlara o cennete tekrar kavuşmaları için görev vermesi, fedaîlerin de “gerçek zannettiği” bu “sahte cennete” tekrar kavuşabilmek için bir an önce ölmek uğruna verilen her emri yerine getirmesi akla gelir.
Hasan Sabbah, İsmailîler veya Fatimiler adıyla bilinen ama gerçekte dünyanın en gizli örgütlerinden biri olan bir tarikatın, Meymunîlerin, İran bölgesinde yaşayan temsilcilerindendi. O tarikatına, gerçekte gizli örgüte, Haşhaşîlik boyutunu katmış ve kendine has bir fedaîler sınıfı oluşturmuştu.
Bu akımların temeli olan gizli tarikat MeymunîlikMeymun ile başlıyordu ve bunların tarihi, Meymun’dan Hasan Sabbah’a, ondan son Haşhaşî lideriŞeyh-ül Cebel Sinan’a kadar uzanıyor.
DİNLERE İNANMAYAN BİR DİN ALİMİ: MEYMUN
Doğu İran’da yaşayan Meymun, bir fakih (islâm fıkhı uzmanı) olarak tanınıyordu. Oysa gerçekte hiçbir dine bağlı olmayan, tersine her dini hor gören birisiydi. Yakın arkadaşları ve oluşturduğu çevresiyle bir araya geldiğinde din ile alay ediyor, bu tutumunu âdeta bir ideoloji haline getirip çevresini örgütlemeye çalışıyordu. Her gece toplanan Meymun ve çevresi, bu görüşlerini yaymak istiyorlar fakat içinde bulundukları toplum İslâm toplumu olduğu için, açıktan İslâm düşmanlığı da yapamıyorlardı.
Meymun ve arkadaşlarının izlediği bu yol, ister istemez gizliliğe dayanıyordu. Gizliliğin dışında yaptıkları bir başka şey ise, Şiiliğin merkezi olan İran’da, sünni mezhebine karşı şiiliği savunuyor görünmekti. Şiilik, esasen yapısı nedeniyle gizli çalışmalara perde olacak yapıda bir mezhepti.
Meymun ve arkadaşları Şiilik perdesi ardında, kendilerine özel ‘toplumları yönetmek’ amacına dayalı gizli mezheplerini yaymaya çalıştılar ve bu konuda azımsanmayacak bir örgütlenmeye girdiler. İslâm toplumunda, islâm karşıtı bir akımı yaşatabilmek için, büyük bir gizlilik içeren yapılanma oluşturdular.
“BAŞKALARI NASILSA ONDAN GÖRÜN”
Meymun’un kurallarına göre, adamlarından her biri, yaşadığı çevresinin ortamına uygun bir vaziyet almak zorundaydı. Eğer dindar çevredeyse, Meymun bağlıları, herkesten çok dindar görünecek, serbest bir çevredeyse, en serbest olacaktı. Hangi çevrede olursa olsun, çevresine herkesten daha fazla uyumlu olmak Meymun bağlılarının göreviydi.
Dindar çevrede bulunanlar, “çevrenin güvenini” kazanmak için“herkesten fazla” ibadet ediyorlardı. Herkesten fazla namaz kılıp, oruç tutan ve takvasıyla Müslümanların takdirini kazanan Meymun bağlısı, artık“en üstün takvalı Müslüman” kabul edildikten sonra, çevresini saran ve onu “evliya sanan” Müslümanlardan uygun bulduklarına, gerçek sırlarını yavaş yavaş açıklamaya başlıyordu. Meymun’un örgütüne girenlerin gözetecekleri en önemli husus, sır tutmayı bilmeleriydi. Zaten “sevilen, çevresi olan ve sır tutmasını bilenler” tercih ediliyordu.
Meymun bu sistemi kurduktan sonra, örgüt zamanla etkinliğini artırdı. Örgüt henüz büyüme aşamasındayken, Meymun öldü. Ama ölümünden önce örgütünü de, servetini de oğlu Abdullah’a bıraktı. Meymun oğlu Abdullah, bu gizli örgütü daha sistemleştirecek ve büyük bir güç haline getirecek kişiydi.
Babasının çevresinde yetişen, felsefeyi ve maddeciliği öğrendiği kadar, yer yüzündeki bütün dinleri araştıran Meymun oğlu Abdullah, tarikat havasındaki örgütün daha yaygınlaşması için, örgütü gerçekten de tarikata dönüştürmeye karar verdi. Meymun’un kurduğu örgüt, oğlu Abdullah sayesinde Şiiliğe dayalı bir tarikata dönüştü.
Bu “yeni bir tarikat” demekti ve Abdullah, tarikatı bütün şiileri etkileyecek bir imama dayandırdı. Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma’nın torunlarındanİmam İsmail’e...
İmam İsmail, Hz. Ali gibi ruhani sırlara ve ilime vakıftı. Oğlu, Muhammed Mektum, babasından bunları öğrenmişti. Abdullah da, bu ilimle ilgilenmiş ve bu ilimle tahsil etmiş biriydi. Bu yüzden “İmam İsmail tarikatını”oluşturmak onun için zor olmadı ve herkesi “İsmailî tarikatına” girmeye davet etti.
Böyle bir tarikata girmeye hazır potansiyel zaten vardı İran’da. Fakir ya da zengin, halk ya da devlet yöneticisi, her kesimden bu tarikata girmek için can atabilirlerdi. Çünkü tarikatın ismi cazipti. Hele Hz. Fatma’nın torunu olan bir imam tarafından öğretilen gizli bilgilere ve ruhani sırlara sahip olmak duygusu tarikata olan rağbeti artırdı.
YEDİ DERECELİ AYİN
Babasının bıraktığı “Daî” diye adlandırılan “propagandacılar”“bir havari ordusu gibi” dağılıp tarikatı ve tarikatın yeni lideri Meymun oğlu Abdullah’ı her tarafta anlatıp, insanları İsmaîlî tarikatına davet ettiler.
Kısa zamanda Meymun oğlu Abdullah’ın “ilmi zenginliği, yüksek zekası, gösterdiği kerametler” her yerde konuşulmaya başlandı. Adı sanı bilinmeyen Meymun oğlu Abdullah, bir anda en tanınmış isim haline geldi.Şiiliğin piriydi artık ve bu manevî dünya onun ruhanî idaresine geçmişti. Tarikat kurulmuş, Meymun oğlu Abdullah, bu tarikatın ilk şeyhi olmuştu.
Tarikat İsmaîlîler adıyla büyüdü, genişledi. İsmaîlîler adıyla bilinen tarikat,“gizli ilimlere” ilgisinden dolayı Batinîler diye de tanınıyordu.
Meymun oğlu Abdullah, tarikatı yaygınlaştırmış, kitlelerin ilgisini çekecek hale getirmişti ama bunlardan daha önemli başarısı, tarikat içinde manevî labirentler oluşturması ve gerçek amaca ulaşabilmek için yedi dereceye bölümlemiş olmasıydı.
Her yerde tekkeler, zaviyeler ve şubeler açan tarikatın çekirdeğinde yer alan gizli teşkilâtın yapısı, Zerdüştlüğün gizli kurallarına çok benziyordu. Zaten yedi rakamı, Zerdüştlükte kutsaldı ve Zerdüştlükte de “yedi dereceli ayin”yapılıyordu.
Zerdüştlük mezhebinin gizli mabedlerine kabul edilecek olanlar, önce bir mağaraya sokuluyor, orada arslan, kaplan veya sırtlan gibi vahşi hayvan kılıklı hayaletlere, gerçekte illizyonizme karşı mücadele veriyorlar, binbir güçlükle bu mağarayı aşabilenler ikinci mağaraya girebiliyorlardı.
İkinci mağarada onları gök gürültülerine benzeyen korkunç sesler karşılıyordu. Birbirinden tehlikeli ve korkunç yeri mağaradan geçtikten sonra Pir-i Mugan’ın huzuruna alınıyorlar ve böylece ondan mezhebin ilk kurallarını öğrenmeye başlıyorlardı.
TARİKATIN YEDİ DERECESİ
Meymun oğlu Abdullah bu sistemi kendine göre yeniden düzenleyerek tarikatını yedi dereceye ayırmıştı.
1. Müminler derecesi: Tarikatın dış yüzünü oluşturan bu derece, tarikata girmek isteyen herkese açıktı. Tarikata girmek isteyen, “bağlı olacağına söz veren” ve yemin eden herkes mümin sayılıyordu. Bu derece, tarikat mensuplarının ilk durağıydı ve bu derece tarikata alınma ve tarikatın pirine el vermekten ibaretti.
2. Yükümlüler derecesi: Birinci derecede yer alıp da, burada “yetişenler, olgunlaşanlar” arasında yetenekli olanlar, yükümlülük derecesine ulaşıyorlardı. Bunların görevi, tarikat dışında kalan topluluklara karışarak tarikatı anlatmak, “tarikata taraftar toplamaktı”. İlgilendikleri kişileri bir süre hazırladıktan sonra, uygun gördüklerini amirleriyle görüştürmekle yükümlüydüler. Bu işlerde başarılı olanlar, üçüncü dereceye yükseliyordu.
3. İzinli Daîler derecesi: Propaganda yapmaya yetki verilmiş kişilerin derecesiydi. Bunlar dışarıdan tarikata girmek isteyenleri kabul edebiliyorlar ve onlardan “İmam adına biat” alabiliyorlardı. Ayrıca tarikata girenlere “ilim ve marifet kapılarını” açıyorlar ve onlara azar azar tarikatın sırlarını aktarıyorlardı. Müminlerin derecesini yükseltenler de bunlardı.
4. Büyük Daîler derecesi: Daî-yi Ekber diye tanımlanan bu kişiler, İzinli Daîlerin amirleriydiler. İlk üç daî, bunların emiriyle hareket ediyorlardı. Bunlara “Kapı” anlamına gelen Bab deniliyordu. Bu dereceye varmış olanlar, asıl kapıdan içeriye girme hakkını kazananlardı ve bu derece, daha yüksek derecelerin kapısıydı.
5. Yudum Emenler derecesi: Büyük Daîler derecesinden sonra gelen bu derece, ilim ve marifetin kaynağı olan “Hüccet’den bir yudum ilim emmeye uygun bulunanlar” derecesiydi. Çocukların annesinin memelerinden süt emmesi gibi, bu derecedekiler ilim ve marifeti emiyorlardı. Bu dereceye varanlara Zu massa, ‘bir yudum emenler’ deniyordu.
6. Hüccet derecesi: İlim ve marifeti, kendilerinden sonra gelenlere damla damla verenlere hüccet deniliyordu. Kendisinin İmam’dan aldığı marifeti, Yudum Emenlere aktarmakla yükümlüydüler.
7. İmam derecesi: İmam, en büyük makamın sahibiydi. Doğrudan Allah ile irtibatlı olduğuna inanılan kişiydi. Gaybin ilmi ona aracısız ulaştırılıyordu. “En yüce bilgili” anlamına gelen Belâğ-ı Azam“En büyük sır” anlamına gelen Namûs-ı Ekber gibi ünvanlara sahipti. Her yaptığı, her söylediği, dine karşı bile olsa din gibi kabul görürdü. İnanışa göre, can, mal, ırz ve kader onun emrine bağlıydı. Ona yönelik ithamlar, düşmanlıklar “Allah’a yapılmış gibi” olurdu.
Bu derecelenmelere sahip tarikatın derece sahibi olanları, işlerini iyi yapan kişilerden oluşuyordu. Zaten ilimle ilgili oldukları ve âlim tanındıkları için, halkın gözünde itibar sahibi kişilerdi.
DEVLETE OPERASYON ZAMANI
Bilgileri kadar, yöntemleri de oldukça ustaydı. İnsanlara “nasıl yaklaşacaklarını”, onların “huy ve karakterlerine uygun” nasıl davranacaklarını, insanları yönlendirmesini çok iyi biliyorlardı. Bunun dışında izlenen bir başka yol, dünyada ne kadar büyük adam varsa, onların da bu tarikattan olduklarını söylemekti. İzlenen yollar kadar, bu yolları uygulayan kişiler de önemliydi ve gerçekten bu kişiler ‘işlerini çok iyi bilen’, bölgesinde en güvenilir sayılan kişilerdi.
Uzun yıllar boyunca “sessiz sedasız” faaliyet gösterdikten sonra sadece İran’da değil, başka ülkelerde de en etkili yerlere gelmişler, “devletlere, kurumlara sızmışlar”“topladıkları himmetlerle” ekonomik güç haline gelmişlerdi.
891 yılından itibaren devleti ele geçirme operasyonları başlattılar. Bu dönemde Ferec Kaşani’nin Zikreveyh adıyla başlattığı harekat, herkesin büyük bir din alimi gördüğü Zahid’in yaptıkları tarihe geçecekti. Gece gündüz namaz kılan, oruç tutan, “günde 50 rekat namaz kılınması gerektiğini”söyleyen, yeri yurdu olmayan, güneş altında yatan, takvasıyla büyük kitleleri adeta büyüleyen Zahid, bu gizli yapıyı devleti ele geçirme noktasına getiren kişiydi aynı zamanda.
Zahid’in yaptıkları insanları şaşkına uğratan türden. Günümüze de uyan çok yönleri var. Okuduğunuz zaman, “Vay canına!” diyeceğiniz, “romanı yazılsa filmi çevrilse ratingler yıkılır” diye düşüneceğiniz Zahid’in ve devamı bazı isimlerin yaptıkları ayrı bir yazı konusu.

ODA TV / Asiye Güldoğan





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder