25 Mart 2015 Çarşamba

GAFLET Uykusu Nedir? Nasıl Kurtulabilinir?


Gaflet nedir? Gafletten kurtulmak nasıl olur?

Dini kelimelerin sözlük manasına değil, ıstılah manasına bakmak gerekir. Gaflet, Allahü teâlâyı unutmak demektir. Her ne şekilde olursa olsun, Allahü teâlâyı hatırlamak ise gafletten kurtulmak olur. Dinin emirlerini gözeterek yapılan bütün işler, alış verişler, yiyip içmeler, gafletten kurtulmak ve Allahü teâlâyı hatırlamak demektir.

Evine, camiye rastgele sağ ayakla giren kimse, gafletle girdiği için sevap alamaz. Sünnet olduğunu düşünerek sağ ayakla girerse sevap alır. Bunun için gafleti yenmeye çalışmalıdır! Kur'an-ı kerimde mealen (Gafillerden olma) buyuruluyor. (Araf 205)

Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Gaflet üzere uyuyan, Kıyamette öyle dirilir. O halde kendinizi Allahü teâlâyı anarak uyumaya alıştırın!) [Deylemi]

(Gafiller arasında Allahü teâlâyı anan, kuru çalılar arasındaki yeşil ağaç gibidir.) [Ebu Nuaym]

Gafletin sonu pişmanlıktır. Gaflet, nimeti yok eder, hizmetleri engeller. Gaflet uykusunun sonu, sonsuz pişmanlık olabilir. Salihlerden biri, hocasını rüyada görüp sual eder:
- Kıyamette en büyük pişmanlık nedir?
Hocası buyurur ki:
- Gafletin neticesi olan pişmanlık...

Zünnun-i Mısri hazretlerini rüyada görüp sual ederler:
- Vefatından sonra sana ne yaptılar?
- Allahü teâlâ bana buyurdu ki:
(Beni sevdiğini söylerdin; fakat benden gafil olurdun. Bu ise yalancılıktır.)
---------------------------------
Zünnun-i Mısri hazretlerine böyle denirse, bizlere ne söylenmez? Yine rüyada görülen birçok kimse, dünyada gaflet içinde yaşadığını söyler. Bunun için hadis-i şerifte (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) buyurulmaktadır. Ölmeden önce uyanmak gerekir. İş işten geçtikten sonra uyanmak faydasızdır.

Azrail aleyhisselamla kardeş gibi görüşen Yakub aleyhisselam dedi ki:
- Senden bir ricada bulunacağım. Ecelim yaklaşınca bana önceden haber ver!
- Sana iki-üç haberci gönderirim.
Bir müddet sonra Azrail aleyhisselam yine gelir. Yakub aleyhisselam sual eder:
- Ziyaretime mi geldin?
- Hayır, canını almaya geldim.
- Nasıl olur, hani bana iki-üç haberci gönderecektin?
- Sana üç haberci gelmedi mi? Saçların siyahken ağarmadı mı? Vücudun kuvvetli iken zayıflamadı mı? Dimdik dururken şimdi belin bükülmedi mi?

Haberci istiyorsak çoktur. Her gün çeşitli sebeplerle ölenlere veya mezarlara bakmak kâfidir. Muhakkak olacak şeyi oldu bilmek gerekir! Ölüm muhakkaktır. Azrail aleyhisselam geldiği zaman, hazırım diyebilmelidir.

Şakik-i Belhi hazretleri buyuruyor ki:
(İnsanlar üç şey söylerler. Fiilleriyle ona muhalefet ederler.
1- Biz kuluz derler, fakat şef gibi yaşarlar.
2- Allah bizim rızkımıza kefildir derler. Fakat kalblerini rızık kazanmakla meşgul ederler.
3- Elbet biz de öleceğiz derler. Fakat hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılırlar.)

Adamın biri çuvalı kaybeder, arar bulamaz. Namaza durunca hatırlar. Kölesi adama, (Sen namaz kılmıyor, çuval mı arıyordun?) der. Adam köleyi ikazından dolayı azat eder. Her işi gafletten uzak yapmaya çalışmalıdır!

Gaflete sebep olanlar
İnsanların gaflete, hatta günaha, isyana, küfre dalması çeşitli sebepler yüzünden olur. Bunlar insandan insana değişmekle beraber, cehalet, kibir, dostunu düşmanını tasnif edememesi genel olup, bunların başında gelir. İnsanın gafletine sebep olan çok şey varsa da üçü önemlidir:
1- İnsanı tanımamak, yaratılış gayesini bilmemek
2- İşlerin sebeplerle yaratıldığını bilmemek
3- Ölümü unutmak.

1- İnsanı tanımamak, yaratılış gayesini bilmemek
İnsan, niçin yaratıldığını ve başına gelecekleri bilip unutmasa, gaflete düşebilir veya kibirlenebilir mi? Rabbine isyan edebilir mi? Demek ki insan yaratılış gayesini düşünmüyor. Eğer insanlar istenildiği gibi düşünebilseydi, Kur’an-ı kerimde sık sık, (Hiç düşünmüyor musunuz?) diye ikaz edilir miydi?

Bir insan bir alet, bir makine yapınca, bunun nasıl ve nerelerde kullanılacağına dair bir tarif namesi hazırlanır. Tarif name ile de anlaşılması zor ise, kullanması için kurslar açar. Bir makine yanlış kullanılırsa, elden çıkar. Her şeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah da, insan denilen bu muazzam makineyi yaratıp başıboş bırakmayıp (Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?) buyurmuştur. Ne yapması gerektiğini, Peygamberleri vasıtası ile kitaplar göndererek bildirmiştir.

Ne olduğunu, kim olduğunu, saadet ve felaketinin nelerde olduğunu bilmeyen, öldükten sonra başına gelecekleri düşünmeyen kimse akıllı olamaz. Allahü teâlâ, (Ben cin ve insanları ancak [beni tanısınlar] bana kulluk, ibadet etsinler diye yarattım) buyuruyor. (Zariyat 56)
O halde insan kul olduğunu bilip, kulluk görevlerini yerine getirmelidir.

2- İşlerin sebeplerle yaratıldığını bilmemek
Allahü teâlâ her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Kudretini sebepler arkasında gizlemiştir. Âdet-i ilahi böyledir. Ancak bu âdetini bazen bozar, sebepsiz de yaratır. Bunu sevdiklerinin hatırı için yapar. İnsan çalışır kazanır, benim malım der, ben kazandım der. Bunun gibi kendisindeki her nimete, her başarıya (benim) der, (benim başarım, benim kabiliyetim, benim ilmim...vs) der ve nankör olur.

Dertlerin, belaların gelmesine sebep günah işlemektir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Size gelen musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz [günahlar] yüzündendir.) [Şura 30]

(Sana gelen her iyilik, Allah’ın [bir ihsanı, bir nimeti olarak] gelmekte, her kötülük de [günahlarına karşılık olarak] kendinden gelmektedir. [Hepsini yaratan Allahü teâlâdır.]) [Nisa 79]
Peygamberlere ve diğer büyük zatlara ise bela, onların derecelerinin yükselmesi için gelir.

Tevekkülü ihmal etmemeli. Tevekkül, dinimizin bildirdiği sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri yaratandan beklemektir. (Bir işe başladığın zaman, Allah’a tevekkül et, Ona güven) âyeti, tevekkül ile beraber azmederek çalışmak gerektiğini gösteriyor. (Al-i imran 159)

3- Ölümü unutmak
Dünya hayatı rüya gibidir. Ölünce rüya bitecek, hakiki hayat başlayacaktır. Hadis-i şerifte, (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) buyuruldu. Ölmeden önce uyanmak gerekir. Peygamber efendimiz, (Şu kişiye şaşılır ki, o dünyanın peşinde, ölüm de onun peşindedir) buyurdu. O halde, (Nasihat olarak ölüm yeter) hadis-i şerifini düşünerek ölenlerden ibret almaya çalışmalıdır.

Genelde çok yaşamayı istemek, dünya zevklerine düşkün olmak, ölümü unutmak, sıhhat ve gençliğe aldanmaktan ileri gelir. Böyle kimsenin kalbi katı olur, ibadetleri vaktinde yapmaz, tevbeyi geciktirir, nasihat tesir etmez, ölümü unutur, hatırına bile gelmez. Hep dünya malına ve makamına kavuşmak için ömrünü harcar. Ahireti unutur, dünyanın faydasız zevk ve sefasını düşünür. Bunlardan kurtulmak için ölümün her an gelebileceğini düşünmeli, sıhhatin, gençliğin ölüme mani olmadığını unutmamalı.

 (En doğrusunu Allah bilir)
Allah CC selamı bereketi Rahmeti üzerinize olsun.”


HAŞHAŞİLERDEN JÖN MASONLARA : Bu çok eski bir hikâyeydi, dünü anlamak için dünden önceki günlere gitmek, her gidilen yerden bir kayıp parça getirmek gerekiyordu. Gizli örgütlerin en eski biçimlerinden, Haşhaşilerden, Jön Masonlara, Nizârîlerden İhvân-ı Sâfa’ya, Fütüvvet teşkilâtından, tarîkatlere, oradan gizli cemiyetlere uzanırken adım başı misyoner faaliyetlerine rastlamak mümkün.

Sözde açık kapıların arkasında, kapalı ve karanlık işler çeviren ‘misyonu gizli’ cemiyetlerin hesapları ise çok daha karmaşıktı. Yargılama değil, yüzleşmeydi; muhasebe değil musâhabeydi arzu ettiğim... Tarihin karanlık dehlizlerine hapsedilmiş yol hikâyelerinin anlatılması gerekiyordu. Düne kadar orada olduklarından bile emin olmadığımız gizli kapıları bugün yeni bilgiler ışığında sonuna kadar aralamanın ve arkalarına bakmanın zamanı geldi. Hadi, şu yasak odaları açalım artık. Kapı arkalarında saklanan sahte dervişleri rahatsız etmenin tam sırası…Edebiyat tarihimizin, siyasi tarihimizin şekillenmesinde gizli cemiyetler ve cemaatler etkin rol almışlardır.Müslüman derviş kılığında, kâh âlim kâh hekim gibi görünerek, kendilerini “Şeyh/ Mirza/ Hoca/ Hacı Abdullah” gibi isimlerle tanıtan, Şark casusları Arabistanlı Lawrence’lar, kaleyi içten fethetmenin tüyolarını memleketlerine ileten, sözde oryantalist seyyahlardı.

Özellikle Türkologların bu alandaki çifte mesaileri es geçilecek gibi değildi. Türk halk biliminin kurucularından “Topal Derviş” Armin Vambery, Macar Türkolog Janos Repiczky gibi isimler sadece Türkoloji alanına hizmet etmediler.Popülist yaklaşımlardan asla haz etmem. Aslında, kitabımı da baştan sona popüler yaklaşımı sorgulayan, bize farklı bakış açıları kazandırmayı hedefleyen bir anlayışla kaleme aldım ancak içinde bulunduğumuz dönem garip bir şekilde asırlar öncesinin izdüşümü gibi. Kitabın zamanını manidar bulanlar olacaktır ancak tarih sahiden tekerrürden ibaret. Algılarınızın ayarları ile oynamayı, geçmiş kabullerinizi ve yargılarınızı sorgulatmayı hatta ezberinizi bozmayı niyet eden bir kitap Haşhaşîlerden Jön Masonlara. Hem tarih, hem edebiyat hem siyasi tarih meraklılarına hitap ediyor. 

 Pek çok “sırra kalem basarak” okuyucuyu, Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’nden,  Bektaşi tekkelerine, oradan mason mabetlerine uzanan tehlikeli bir yolculuğa çıkarıyorum. “İslâm dünyasında kılık değiştirip gizlenmek için dervişlikten daha uygun bir karakter yoktur. Tüm mertebelerden, yaşlardan ve inançlardan insan derviş olabilir;  mecliste gözden düşmüş bir soylu da derviş olabilir, toprak süremeyecek kadar tembel bir köylü de” diyen Sir Richard Burton,  Karaçi’de tekris edilerek mason oluyor, Sind’de ise kadirî sufilerine katılıp, 1851’de Mekke’ye, hacca gidiyor. Bu coğrafya öteden beri ajanların ve gizli cemiyet mensuplarının çok rahat kamufle olup, gölge oyunu oynadıkları bir sahnedir. 19.Yüzyıl Osmanlı aydını biyolojik evrimini tamamlasa da ruhsal tekâmülünü tamamlayabileceği bir ortamda doğmaz. Batı’nın felsefi, siyâsî, hatta edebî dünyasının geçmişine vakıf olamayışı, iskambilden temelsiz, taklidî bir kule yapmasına neden olur.

Yeni Osmanlı ve Jön Türk hareketi mensuplarından hiçbiri bu yüzden özgün bir teori ya da ideoloji ortaya koyamamışlardır. Osmanlı’nın yaşadığı buhranlar, dünyanın o zamanki çalkantıları düşünülürse bu gerçekle yüzleşmek daha az can yakıcı olabilir. Mason külliyatıyla beslenen Osmanlı aydın tipi, metamorfozu tamamlayamaz; ne kendisine ne başkasına benzer. Avrupa’dan İstanbul’un baş ağrısını geçireceğini vehmeden, Paris’te kalıp komüncülerle savaşa katılan romantik maceracılara dönüşmeleri bu yüzden şaşırtıcı değildir. Dönüşmek istedikleri ‘batılı aydın’ tipinin geçmişine ait birikimlerine sahip olmadıklarından, bu eksikliği ancak yüzeysel olarak kapatabilmişlerdir.Siyasî ve edebî bir kavram olarak ‘Jean’ lüğün hakkını veren Avrupalı adaşlarından farklıdırlar. Osmanlı ‘civanları’ devrim trenine geç kalmış ‘jön’lerdir. Adları ‘yeni’ de olsa ‘genç’ de ihtilâl için yaşlıdırlar. Bu yaşlı jönlerin istasyonlarında durup düne bakabiliriz.

Siyasi tarihimizi ve edebiyatımızı yeni bir anlayışla kaleme almaya gayret ettim. Yaşamadığımız zamanı anlamak için, önce yaşadığımız zamana bakmamız gerekiyor. Derinleşmedikçe, adeta bir simulatörden düne bakmadıkça, anlatılanlar hikâyeden öteye geçmeyecek. Oysa tarih masal olamayacak kadar canlı ve klişeleri hiç sevmiyor. ‘En uzun yüzyıl’ın yaşlanmış gençleriydi onlar, hırslı ama saf… Ne kadar kahramandılar, ne kadar korkak, ne kadar birbirinin aynıydılar, ne kadar kimseye benzemez… Kişilikleri hakkında daima ‘rivâyet muhtelif’ olacak. Yine de dönemin şartları, ilgiler, ilişkiler, mecburiyetler ve ortam bugün sahip olduğumuz bilgilerle yeniden gözden geçirilmeli.

Aynanın ötesindeki yansımanın bize ne kadar benzediğini fark ettiğimizde daha objektif bir geçmiş algısı kazanacağız. Uzak geçmişe daha sağlıklı bakabilmenin yolu, empati durağından geçiyorsa, burada biraz durup soluklanmanın ne zararı olabilir?


MÜZEBZEBÎN KÜLTÜRÜ
 YENİAKİT / Mustafa Çelik
Müzebzebînlik itikadi bir hastalık olmakla birlikte aynı zamanda küfrü ve kâfirliği, şirki ve müşrikliği besleyen, destekleyen bir kültürdür. Müzebzebînlik kültürü; Allah’a, Allah’ın dinine ve Allah’ın dinini din edinmişlere tuzak kurmak üzerine bina olunmuş bir kültürdür. Rabbimiz haber veriyor:
“Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah, onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı pek az anarlar (hatırlarlar). Müzebzebîn/arada bocalayıp dururlar. Ne onların ve ne de bunların tarafına geçerler. Allah kimi saptırırsa ona bir yol bulamazsın.” (Nisa Sûresi/ 142- 143)
Müzebzebîn olanlar, her taraf olmaya kalkışanlardır. Her taraf olmaya kalkışanlar bertaraf olurlar. Müzebzebîn olanlar, o tarafı mı, bu tarafı mı tercih edeceklerini bilmeyen, tereddütlerin sallantısı içinde bocalayanlardır. Hak ve hakikat karşısında bitaraf kalan şeytandan ve züriyetinden taraf olanlardır. Hak ile batılın karşı karşıya olduğu bir yerde tarafsız kalmak, Müzebzebînlerden olmak için yeterli bir sebeptir.
Müzebzebînlik kültürüyle beslenip büyüyen ferdler ve meşrebler her dönem başka bir dinden olurlar, başka bir âmentüyü sahiplenip savunurlar. Onlar durmadan zıplarlar. Girmedikleri din, savunmadıkları âmentü yoktur. Müzebzebînlik kültürüyle beslenenlerin kıbleleri sabit değil, seyyardır. Hz. Peygamber (sav) devrinde Müzebzebînler ikiyüzlü insanlardı. İslâmî literatürde de böyle tarif edilmişlerdir. Ama günümüzde ikiyüzlüler çok katmerleştiler. Bakınız merhum Mehmet Âkif Ersoy Mısır inzivasından sonra yurda dönüşünde, “İkiyüzlüleri seviyorum” demişti. Kendisine, “Aman üstadım ikiyüzlü insanlar sevilir mi, onlar tehlikeli insanlardır” dediklerinde M Âkif şunları söyler:
“Mısır’a gittiğimde ikiyüzlü insanları bırakmıştım, geldiğimde ikiyüzlü insanların iki yerine ikiyüz yüz daha edindiklerini gördüğüm için ikiyüzlü insanları tercih ediyorum” demiştir.




Müslüman kimlikle 

ulusal kimliğinin çatışması

YENİAKİT / Mustafa Çelik
Müslüman olarak bizim dinimiz aynı zamanda bizim hüviyetimizdir. Bizi dinimizin hududu dışına çıkararak, dinimizin belirlemediği çerçevelerde yaşamaya mecbur ve mahkûm etmeye çalışanlar, bize de dinimize de ihanet edenlerdir. Müslüman’ın mezhebi, meşrebi Müslüman’ın ana kimliği değil, alt kimliğidir. Bu alt kimliğini ana İslam kimliğinin üzerine çıkartanlar sapıtırlar, İslâmî dengelerini kaybederler. Müslüman bir insan ırkını, rengini, dilini, coğrafyasını, tarikatını, mezhebini ve meşrebini dininin fevkine çıkardığı andan itibaren Müslüman kimliğini kaybeder. Artık ona Müslüman denilemez.
Müslüman’ın Kimliği; Millet, Ümmet, Şeriat, Sünnet ve Cemaat’ten bağımsız asla ve kat’a düşünülemez. Müslüman’ın kimliği İslâm’dan başka hiçbir ideolojiyi, hiçbir dini hayat sistemi edinmemek, Cemaat olmak ve Rasûlüllah (sav)’in sünnetine bağlı kalmakla bilinir ve tanınır. Ehl-i Sünnet, Ehl-i Cemaat olmak, Müslüman kimliğinin önüne ve üstüne hiçbir kimliği geçirmemektir. Hevâsına tabi olan ve şahsi kanatlarını hakikat zannedip din diye takdim edenler, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ten sayılmazlar. Allah’ın ve Rasûlünün emrettiği bir şeyi kendi arzusundan, tarikatının, meşrebinin, hocasının ve şeyhinin  şahsi kanaatinden, görüşünden ötürü terk etme muhayyerliğini kendilerinde görenler, Müslüman kimliğini kaybedenlerdir. Allahû Teâla buyuruyor: “Allah ve Rasûlü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda kendi işlerinden dolayı başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab Sûresi/ 36)
Kimlik; ferdlerin veya toplumsal grupların “Kimsin?” sorusuna verdikleri cevaplardır. “Kimsin?” sorusuna “el- Hamdulillah Müslüman’ım” demek, Müslüman kimliğine sahip olmanın bir gereğidir. Müslümanları gayr-i İslâmî hükümlerle idare olunmaya ve Batılılaşma sevdasına kapılmış kadroların idareciliğine razı etmeye çalışanlar, Ulusal Kimlik sahipleridir. Şunu bilelim ki; Batı tarafından eğitilmiş ve yetiştirilmiş kadroların eliyle İslâm coğrafyasının idare edilmesi, Kıyamet şiddetinde bir tehlikedir. 


Ulusal Kimlik, “Mü’minler ancak kardeştir”  hakikatine alternatif olarak ortaya konan ve Müslümanlar için deli gömleğinden farksız olan bir kimliktir. Kur’ân-ı Kerim  ve Mütevatir sünnette yer alan hukukî, ictimaî, siyasî, adlî, idarî ve ahlâkî hükümleri dikkate aldığımız zaman; İslâm dininin, Fransa’dan ithal edilen lâiklik felsefesine göre yorumlanması, kul kaynaklı yasalara ve anayasalara tahkim ettirilmesi, tamamen bir mürtedlik alâmetidir.
Ulusal Kimlik; Şeriatullah’a dayalı bir ümmet toplumundan çağdaş bir ulusun ortaya çıkmasını hedefleyenlerin dayatmasıdır. Türkiye’de  “Ulusal Kimliği” Atatürk’e nispet ederek Ulusal Kimliği tartışmayı dokunulmaz hale getirenlerin Atatürk’e sadakatlerinden bahsedilemez.
“Türkiye’de tartışılan Atatürk’ün şahsı değil, onun adına sistemleştirilen dünya görüşüdür. Bu dünya görüşünü savunan kimseler; aydınlanma felsefesi ve modernizm adına, İslâm Şeriatı’nı mahkûm etmeye ve Müslümanları ikinci sınıf vatandaş (parya) görmeye alışmışlardır.” (Türkiye’nin Siyasî ve İktisadî Manzarası/Hüsnü Aktaş, Sh: 118, Ankara/ 2010)
İslâm topraklarında Müslüman Kimliği yerine dayatılan Ulusal Kimlikler, ayrılık şarkılarıdır. Ulusal Kimlikler, Müslümanlara tek ümmet olduklarını unutturmak içindir. Müslümanları Ulusal Kimliklerden bir kimlik edinmeye mecbur ve mahkûm edenler, Batılı şer odaklarıdır. Mesela “Türkçülük Kimliği”, Rus siyasetine karşı Batı’nın geliştirdiği bir Osmanlı siyasetidir ve bir Yahudi hareketi olarak başlamıştır. Türkiye’de Türkçülük Kimliğine rakip olarak icad edilen Kürtçülük Kimliği’nin arkasında da Yahudiler vardır. Çünkü dünyada ulus devletçikler, Yahudilerin ekmek kapılarıdır!
Türkiye’de Kürtçülüğün esaslarını da, Türkçülüğün esaslarını da ilk yazan kimse, Ziya Gökalp’tir. Kendisine “Gökalp” soyadını veren, Tenkinalp müstearını kullanan Moiz Kohen olmuştur. (Haşhaşîlerden Jön Masonlara (Nalân Yıldız Özgül, Sh: 481, İst/ 2014) Avrupa’nın seküler düşüncesinin etkisiyle Osmanlı-İslâm kimliğinden Türk ulusçuluğu kimliğine geçildiği görülür. Yeni Osmanlıların yerini, kendilerine Jön Türkler demeyi tercih eden bir grup aydın aldı. İslâm’ın Türk toplumundaki rolünü ulusal kimliğin altında görmek isteyen Gökalp, Emile Durkheim’in (1858-1917) dinin toplum içindeki işlevine ilişkin teorilerini izledi. Mamafih ulusçu Türkler bu teorilerin pratikte işlemediğini gördüler ve bu okulun öğretilerini terk ederek, Türkiye’nin laik bir devlet olduğunu ilân ettiler. Ziya Gökalp’in düşüncelerinin Türk toplumu üzerinde ne kadar etkili olduğunu kestirmek zor; fakat pek çok aydının ve Jön Türk’ün bu düşüncelere bağlı olduğu kesin. Halk açısındansa bu düşünceler, bir tarihçinin de belirttiği gibi fikrî bir ütopya idi. Türkiye asıl kimlik kriziyle, kendisinin laik bir cumhuriyet olduğunu ilân ettiği vakit karşılaştı.  Ulusal Kimlik; Pozitivist ve Faydacı bir dünya görüşüne sahiptir. Onun için belirleyici olan din ve ümmet değil, ırk ve dildir, coğrafya ve topraktır. Ulusal Kimlik, Kavmiyetçilik/Milliyetçilik uğruna yasal yalanlarla Allah’ın dinini kamusal alandan mahkûm edip, hayatın taşrasında tutma çabasıdır. 


Müslümanları imanlarından sonra küfre ve kâfirliğe döndürmeye çalışan Batı, varlığını düşman edinmek üzerine bina etmiş bir kötülükler yumağıdır. Batının Vatikan önderliğinde yola çıkan Yahudi-Hıristiyan orduları, tarih boyunca giremediği kaleleri zapt etmek, ülkeleri ele geçirmek, maddi manevi yeni talan haritaları çizmek için bir dünya işgaline çıkmış durumdadırlar. Dinler arası diyaloglar, derin ittifaklar, gizli kardinaller ve içerden teslim alma çökertme operasyonları ile hedef Asya, hedef Ortadoğu, hedef Türkiye coğrafyasıdır. Hedef Türkiye coğrafyası çünkü Kardinal Newman’ın ta 19. yüzyıldan seslendirdiği gibi yeni haçlı seferinin kilit ülkesi Türkiye’dir. Türkiyeli Müslümanlar teslim alınmadan, Hıristiyanlaştırılmadan, Yahudileştirilmeden batının dünyayı işgal ve talan planları gerçekleşemez.  Batı, İslâm düşmanlığı üzerinden kendi iç bütünlüğünü sağlama gayreti içerisindedir.  Batı’nın hedefinde İslâm’ı, Müslümanları ve Müslümanların âmentülerini ortadan kaldırmak vardır.
Biz Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin asla ve kat’a âmentü beraberliği, ortaklığı yoktur. Müslümanların Âmentüsü saf ve berraktır. Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin âmentü ortaklığının var olduğunu iddia edenler, canımızda, malımızda, toprağımızda gözü olan Gayr-i Müslimlerin  finanse ettikleri aramızda dolaşan Batının Şer Şebekelerine bağlı çalışan Şer güçleridir.
İslâm dinin temeli âmentüdür.  Müslümanların âmentüsü tevhid esasına dayanır. Hıristiyanların âmentüsü ise teslis esasına dayanır. Bu gerçeği kulak ardı eden Yahudiler ve Hıristiyanlarla İslâm arasındaki farkın teferruatta olduğunu, âmentüde bir olduğumuzu zanneden eden bazı akide yetimleri şunu iddia ediyorlar:  “İyice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesi ile Hıristiyan ve Yahudilerle âmentüde ittifakımız var. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz âmentüyü öne geçirmeyip de ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp, mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Hâlbuki temelde ittifak varken, teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir” Bu iddiayı ileri sürenler, İslâm’a ve Müslümanlara en büyük hakareti yapmakla birlikte en büyük iftirada da bulunuyorlar.
Genelde İslâm coğrafyasında özelde ise ülkemizde Yahudilerin ve Hıristiyanların taşeronluğunu yapanlar böyle iftiralarla Mü’minlerin imanlarını çalmaya, çarpıtmaya çalışıyorlar. Tehlike çok büyüktür. İman hırsızları mal hırsızlarına benzemez. Malınızı çalanlar sizi bu dünyada perişan ederler. Ama imanınızı çalışanlar sizi bu hem dünyada ve hem de ahirette hüsrana, zarara ve ziyana uğratırlar. Bakınız Yahudi ve Hıristiyanların inandıkları Allah ile biz Müslümanların inandığı Allah aynı değildir. Rabbimiz haber veriyor: 
“Ve Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur.” dediler ve Nasraniler/Hıristiyanlar: “Mesih/İsa Allah’ın oğludur” dediler. Onların ağızlarıyla söylediği bu sözler, daha önce inkâr eden kimselerin sözlerine benziyor. Allah onları öldürsün. Nasıl da döndürülüyorlar.” (Tevbe Sûresi/ 30)
Görüldüğü gibi, Hıristiyan ve Yahudiler Allah’a inanıyorlar. Ama nasıl inanıyorlar? O’nun çocuğu olduğunu kabul ediyorlar. İslâm’da ise bu şirktir. İhlas suresi açık ve nettir. Şirk’in Allah’ın affetmeyeceği bir günah olduğu Kur’ân ayetiyle sabittir.. Ayrıca onlar bizim Peygamberimizi kabul etmiyorlar, Kitabımızı kabul etmiyorlar ama biz onları cennete sokabilmek için kırk takla atıyoruz. Bu bir imansızlık alâmeti değil mi? Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) geldikten sonra Yahudi ve Hıristiyanların Peygamber Efendimize inanıp tabi olmadan Cennete girebileceklerini iddia etmek, Hz. Peygamberin Peygamberliğini inkâr etmekle eşdeğerdir. Bir Müslüman’ın “ehli kitabla (Yahudi ve Hıristiynlarla)  âmentüde ittifakımız var’’ demesi için ya mecnun/deli olması ya da İslâm’dan çıkmış olması gerekir. Çünkü 1400 küsur yıllık Müslümanların tarihinde birçok hezeyanlar görülmüş olmakla beraber, böyle bir hezeyan hiç görülmemiştir.
Modernistlerden, Oryantalistlerden ithal edilmiş tereddütlerle, münazara ve münakaşalarla taammüden/kasten Müslümanları meşgul ettirenler, Müslümanlardan sayılmazlar. Çünkü bunlar da Müslümanları âmentüde Yahudi ve Hıristiyanlarla ortak kılmaya çalışıyorlar. Müslümanların imanlarıyla uğraşanlar,  Müslümanların Hz. Peygambere, Hz. Peygamberin hadislerine karşı olan itimatlarını paramparça hale getirenler, Mezhep imamlarına, Buharîlere, Müslimlere karşı zanla, şüpheyle bakmalarını sağlamaya çalışanlar, âmentüde Yahudi ve Hıristiyanlarla ittifak edenlerdir. Bunlar, Müslümanların âmentüleriyle alay edenlerdir, Müslümanların âmentüleriyle oynayanlardır. Şunu bilelim ki; Müslümanlarla Gayr-i Müslimler arasında âmentü ortaklığı yokturlar. Müslümanlar sadece Müslümanlarla âmentüde ittifak ederler. Müslümanlarla âmentüde ittifak etmeyenler de Müslüman sayılmazlar.

21 Mart 2015 Cumartesi

TÜRKİYEDE DERİN OYUNLAR : Ülkede derin oyunlar olurken, ne dindarlardan itiraz geldi, ne solculardan...ne de sağcılardan ,Ne Türkçülerden, Ne de Kürtçülerden



1946’da, “Derin Türkiye”, başta Nihal Atsız olmak üzere “Türkçü” hareketin tüm önde gelenlerini gözaltına alıp tabutluklara (insanın kıpırdayamayacağı kadar daracık işkence hücreleri) kapattı, hepsini işkenceden geçirdi...
Ülkede bunlar olurken, ne dindarlardan itiraz geldi, ne solculardan...
“Canım” dediler, “şu Türkçüler de fazla ileri gitmeselerdi!”
Sonra “Derin Türkiye” solculara yöneldi. 12 Mart (1971-Komuta heyeti ülkeye yine el koymuştur) sürecinde, pembesinden kızılına, ülkede ne kadar solcu yazar-çizer, sendikacı, öğrenci, kısacası ne kadar solcu aydın varsa hepsini tutukladı. Mahkeme salonları sanıklarla dolup taştı. Yargılandılar ve çeşitli cezalar aldılar. Hatta Deniz Gezmiş gibi bazı gençler de asıldı.
Ne dindarlardan bir itiraz geldi, ne Türkçülerden, ne de milliyetçilerden. Aynı şekilde düşündüler:
“Canım” dediler, “şu solcular da fazla ileri gitmeselerdi!”
Derken, 12 Eylül 1980’de generaller bir kez daha Türkiye’ye el koydular…
“Genelkurmay Başkanı” sıfatına, devlete el koyduktan sonra, “Devlet Başkanı ve Başbakan” sıfatını da ekleyen Orgeneral Kenan Evren, meydan meydan dolaşıp laiklik nutku eşliğinde âyet-hadis okumaya başladı. Şekilci dindarlar “Bize dokunmayan bin yaşasın” hesabında onu alkışlarken, şekilci solcular “laik” takılıp parsa toplamaya çıktılar.
Milliyetçi kesim ise, atıldığı zindandan, “Biz zindandayız amma fikrimiz iktidarda” mesajı gönderiyordu. 
Aydınlar yine biçiliyor, fikir yine öldürülüyor, düşünce yine “yasak”kapsamında tutuluyor, insan hakları görülmemiş biçimde çiğneniyordu.
Nihayet 28 Şubat süreci başladı: “Derin Türkiye” bu kez, komünizmin dünya çapındaki perişaniyetinden sonra laikliğin dozunu arttıran eski komünistlerle milliyetçilerin desteğini alıp “dinci” ilan ettiği kesimlerin üzerine çullandı.
Ne milliyetçilerden itiraz geldi, ne solculardan, ne de “light dindar”lardan:“Demokratlar”ı soracak olursanız, ülkede onların sayısı zaten devede kulaktı. Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne taşımaya çalıştığı görüntüsü vermek isteyen “en demokrat demokrat” Mesut Yılmaz bile, iktidardaki siyasi rakiplerini asker tankı eşliğinde yenmeye çalışıyor, “Sincan’dan geçen tankları görmüyor musunuz?” diye soruyordu.
Zaten eski CHP de, 27 Mayıs 1960 darbesinin Demokrat Parti’yi tüm mensuplarıyla birlikte yok etme projesini, “tanklara dayanarak” onaylamış, ancak 12 Eylül sürecinde sıra kendisine de gelmiş ve kapatılmıştı. DP kapatılırken CHP, MSP kapatılırken AP, DEP-HEP, v.s. kapatılırken RP karşı çıksaydı, 69 yıllık çok partili siyasi hayatımızda düzinelerce kapanmazdı.
Anlayacağınız, şu bizim demokrasi (bu isimde bir kitabım da var, ama mevcudu kalmamış durumda) ideolojik grupların ve siyasi partilerin “Bana dokunmayan bin yaşasın!” hesabına kurban gitti!..
Şimdi aynı oyun tersinden kurgulandı: Bu kez “sivil” gruplar, devlete çullanıyor…
Devleti dinliyor ve devletin en mahrem bilgilerini bir yerlere servis ediyor…
Bu dehşetengiz manzara karşısında bazılarımızın tek yaptığı iş, “Ama canım, devleti yönetenler de…” diye başlayan cümleler kurmak…
Hâlbuki “devletin bekası”nın sözkonusu olduğu yerde, diğer bütün gerekçeler susar…
Tüm sebepler, ötelenir…
Devletin varlığını güve gibi kemirenlere karşı yekvücut çıkılır. 
Kur’an ve anayasa

Müslümanın düsturu Kur’an’dır. O halde müslümanın anayasası da, yasaları da Kur’an’a uygun olmalı; “halkı müslüman olan Türkiye”yi “yeniden inşa” etmek için toplumdan onay isteyenler de bu hususu muhakkak dikkate almalıdır.
İşe “anayasa”dan ve “anayasal düzen”den başlamak lazım. Anayasanın Kur’an’a uygun hale getirilmesi için, önce anayasadaki Kur’an’a aykırı hükümleri değiştirmek gerekiyor.
“Anayasada Kur’an’a aykırı hükümler mi var?” diyen olursa, bilsin ki anayasa tümüyle Kur’an’la çelişiyor. İşte size bazı örnekler:
Kur’an’a göre “ölümsüz ve eşsiz olan Allah’tır”; Anayasaya göre “Atatürk”tür.
Kur’an’a göre “hayat Allah’ın hükümlerine göre düzenlenmelidir” ve“üstün olan ilahi kanunlardır”; Anayasaya göre “Devlet ve toplum hayatı, Atatürk ilke ve inkılaplarına göre düzenlenir” ve “üstünlük anayasa ve kanunlardadır.”
Kur’an’a göre “Allah’ın hükümleri ilelebed geçerli, hakim ve hükmedendir ve tüm insanlık, İslam medeniyetine ulaşmakla yükümlüdür”; Anayasaya göre “Türkiye Cumhuriyeti ilelebed var olacaktır ve çağdaş medeniyet düzeyine çıkmak azmindedir.”
Kur’an’a göre “Allah’ın idaresi mutlak üstündür” ve “hakimiyet ancak Allah’ındır”; Anayasaya göre “Millet iradesi mutlak üstündür” ve “hakimiyet kayıtsız şartsız Türk milletinindir.”
Kur’an’a göre “Allah’ın vahiy düzeninin hakim olduğu otoritede, idareciler hiçbir zaman ilahi emir-yasak hudutlarının dışına çıkamazlar”; Anayasaya göre “millet adına egemenlik yetkisini kullanan hiçbir kurum ve kuruluş, anayasada gösterilen demokrasi ve hukuk düzeninin dışına çıkamaz.”
Kur’an’a göre “Kur’an’a muhalif her fikir ve mülahaza, Kur’an’a aykırı her hal ve tavır reddedilir, hiçbir değeri yoktur ve koruma görmez”; Anayasaya göre “Atatürk milliyetçiliğine, Atatürk ilke ve inkılaplarına uygun olmayan hiçbir şey, hiçbir düşünce ve mülahaza koruma görmez, reddedilir.”
Kur’an’a göre “Din demek, aynı zamanda devlet demektir, siyaset demektir ve dinsiz devlet olmaz”; Anayasaya göre “Laiklik esastır, din, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karışamaz.”
Kur’an’a göre “İslam’a karşı savaşanlarla dost olunmaz, onlarla barış içinde bulunulamaz ve İslam’ın hakimiyetine girinceye kadar onlarla savaşılır”; Anayasaya göre “yurtta ve cihanda sulh esastır.”
Kur’an’a göre “Allah Kur’an’ı koruyacaktır; tüm müslümanlar Kur’an’ın hükümlerini sahiplenmekle, hayatına ve bütünüyle hayata hakim kılmakla mükelleftir”; Anayasaya göre “Anayasa, demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine, korunması için emanet ve tevdi edilmiştir.”
Kur’an’a göre “Demokrasi ve laiklik şirktir, küfürdür ve küfrün her çeşidi reddedilir”; Anayasaya göre “Demokrasi ve laiklik devletin temel esaslarındandır.”
Kur’an’a göre “devlet dinsiz olamaz” ve “devletin idari, siyasi, hukuki, içtimai vb. tüm yapılarında İslam’ın hükümleri hakimdir”; Anayasaya göre “Devletin dini olamaz” ve “Din kuralları devletin idari, siyasi, hukuki, içtimai vb. yapısında geçersizdir.”
Kur’an’a göre “müslümana ve kâfire aynı kanunlar uygulanamaz; bunlar birbirine eşit değillerdir” ve “Müslümanın ve kafirlerin hakları ve vazifeleri aynı değildir, eşit değildir”; Anayasaya göre “Devlet hangi dinden olursa olsun, herkese aynı kanunları uygular, herkes eşittir” ve “Devlet herkese eşit hak ve vazifeler verir.”
Kur’an’a göre “kanun koyma yetkisi yalnızca Allah’ındır” ve“hakimiyetin ve kanun koymanın esası, sınırları vahiyle belirlenir”; Anayasaya göre “kanun koyma yetkisi yalnızca TBMM’nindir” ve “kanunları ve hakimiyetin sınırlarını, esasını Anayasa belirler.”
Kur’an’a göre “kanunlar Kur’an’a uygun olmalıdır; suç ve cezaların esaslarını ve suç ve cezaları ancak ilahi irade belirler”; Anayasaya göre “suç ve cezaları ve bunların esaslarını ancak Anayasaya uygun kanunlar koyar.”
Kur’an’a göre “Allah’tan başka hiç kimse, serbest bırakma ve yasaklama hudutları tayin edemez, bu konuda esaslar koyamaz”; Anayasaya göre “yasak-serbest sınırlarını ve esaslarını Anayasa koyar.”
Kur’an’a göre “sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki düzen İslam’a göre olmalıdır”; Anayasaya göre “sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki düzenin din esaslarına dayandırılması yasaktır, suçtur.”
Kur’an’a göre “gençlik, ilahi hükümler doğrultusunda, Allah’ın ortaksız ve mutlak hakimiyetine inanan ve Şeriat’a göre yaşayanlar olarak yetiştirilmelidir”; Anayasaya göre “gençler, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve dinsiz devleti korumak anlayışı ile yetiştirilirler.”
Kur’an’a göre “tağutların ilke ve icraatları, önderlik ve otoriteleri reddedilir”; Anayasaya göre “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalınacaktır.”
Kur’an’a göre “tağutun huzurunda, tağutun mahkemelerinde, tağutun kanunları ile muhakeme olunmaz”; Anayasaya göre “mahkemeler Allah’ın yasalarına göre değil, insan yapımı kanunlara göre karar verir.”
Bunlar, mevcut anayasanın Kur’an’ın mesajına aykırı düştüğü hususlardan birkaç örnek.
“Yeni Türkiye”yi inşa etmek isteyenlerin dikkatlerine arz olunur.

Kürt Meselesine İslami Çözüm Çalıştayı

Geçtiğimiz hafta sonu (7-8 Mart) Diyarbakır’da çok önemli bir “çalıştay”yapıldı. Terör örgütü PKK yandaşlarının en küçük faaliyetleri bile basında büyük ilgi görüp manşetlere taşınırken, müslümanların yaptığı çalıştay maalesef gereken ilgiyi görmedi. Oysa konu çok önemliydi. Konu, “Kürt meselesi”nin “İslami çözüm”ünün nasıl olacağına dairdi.
Halen yürütülen “çözüm süreci”nde “hangi yanlışlar”ın yapıldığı,“yanlışların hangi temelden kaynaklandığı” ve “nasıl düzeltileceği”, meydana gelen “tıkanıklıkların nedenleri” ve “nasıl giderileceği”, yürütülen“sürecin nasıl daha sağlıklı bir zemine oturtulacağı”, yine “adil bir çözüm”e ve “kalıcı bir barış”a ulaşmanın nasıl mümkün olabileceği, çalıştayın ana konusuydu.
Çalıştayda “sorunun niteliği”nin tanımlanmış olması bence çok önemli. Nitekim, “Kürt meselesi”nin sadece bir “güvenlik sorunu” olmadığı vurgulandı ve sorunun “tarihi, siyasi, sosyolojik, ekonomik, bölgesel ve uluslararası boyutları”nın bulunduğu ifade edildi. Böylece, “tedavi” için gerekli olan “teşhis”e dair önemli bir başlık atıldı.
“İslam toplumu”nun önemli bir unsuru olarak Kürtlerin, “İslam coğrafyası”nın tam ortasında yer aldığı hatırlatılan Çalıştayda, “Kürt meselesinin çözümsüz kalmasının bütün coğrafyayı ve ümmeti menfi olarak etkileyecek bir mesele olduğu”na dikkat çekilmesi, bence çözümün ne kadar elzem olduğunu göstermesi bakımından önemli. Bu kapsamda çözüm olarak vurgulanan şu öneri, aslında meselenin tam da merkezini teşkil ediyor: “Devletin tekçi, ulusçu, Laikçi politikalarının mahkûm edilmesi gerekir.” Tabiî bu, “Laik-Kemalist devletin radikal dönüşümü” için ne gerekiyorsa yapılmasını gerekli kılıyor.
En önemli tesbitlerden biri, PKK’nın “Kürtçü yaklaşım”ının ve tümüyle Türkleri suçlayan söyleminin aksine, “sorunların vebalinin Türk unsuruna yüklenmemesi gerektiği”ne yapılan vurgu oldu. Bu kapsamda, sorunu“Cumhuriyetin kuruluş felsefesi”nin özeti olan “Laikçilik” ve “ulusçuluk”un büyüttüğü, “ulus devlet” pratiğine dayanan rejimin/sistemin ürettiği, yapılan “asimilasyon politikaları”ndan, “farklı kimlikleri inkâr, imha ve tenkiller”den kendileri de “resmi ideolojinin mağduru” olan “müslüman Türk unsuru”nun sorumlu tutulamayacağının vurgulanması çok önemli.
“Dünyanın şer odakları”nın ve “yerli işbirlikçiler”inin bütün çabalarına rağmen, sorunun “Türk ve Kürt halkları arasında çatışma”ya dönüşmemesinin, her iki halkın da “müslüman” olmasından kaynaklandığının tesbiti çok önemli. Bu tesbit, “çözümün adresi” olması bakımından da büyük önem taşıyor. Bu kapsamda, “Kürt ve Türk halklarının İslam’dan uzaklaştırılması” halinde terör örgütüyle devletin silahlı güçleri arasındaki çatışmanın “iki halk arasında topyekün çatışma”ya dönüşeceği uyarısı, “yaşanması mümkün bir felaket”i önleme adına dikkate alınması gereken bir uyarı.
Çalıştayda vurgu yapılan bir diğer önemli husus da, “silah ve şiddetin bir hak arama yöntemi olarak görülmekten vazgeçilmesi” gerektiğidir. Aslında bu, çözümün en önemli ayaklarından olan “silah bırakma”nın bir başka ifadesi. Bu kapsamda meselenin “siyasi ve jeopolitik dengeler” üzerinden“uluslararası boyut”a ulaşmasının mutlaka önlenerek “iç dinamikler”üzerinden çözülmesi gerektiğinin vurgulanması, Çalıştayın önemli tesbitlerinden biri. “Uluslararası güçlerin ve özellikle emperyalizmin temsilcilerinin masaya davet edilmesi”nin, meseleyi daha da “içinden çıkılmaz” hale getireceğinin vurgulanması, PKK’nın şart koştuğu “üçüncü göz” önerisinin tehlikelerine işaret eden önemli bir tesbit. Çalıştayda,“üçüncü göz”ün, “yerel unsurlar”dan oluşturulması öneriliyor.
Çalıştayda sorunun çözümünde Devlet’in yaptığı temel bir hataya da dikkat çekiliyor. “Çözüm görüşmelerinde sadece terör örgütü PKK’nın muhatap alınmasının yanlışlığı”na işaret edilerek, “farklı Kürt unsurları”nın da “çözüm masası”na oturtulması gerektiğinin önemi vurgulanıyor. Yine, meselenin “adalet temeli”nde çözüm yolunun “İslami bakış açısı” ve “tarihi tecrübe”de aranması gerektiğine işaret edilerek, bununla beraber “tüm kimlikler ve kültürler”in, “kendi renkleriyle” aynı tuvalde buluşmasının, aynı karede, aynı ufka birlikte bakmasının önemine dikkat çekiliyor.
Bu yazının bir parçası olarak, “Kürt Sorununa İslami Çözüm Çalıştayı”nın“Sonuç Bildirgesi”ni mutlaka okumanızı öneriyorum.
Meselenin “etnik unsurlar” temelinde görüşülerek çözüme kavuşturulamayacağının hem de “müslüman Kürtler” tarafından ilanı olan bu bildirge, bence “çözüm”e dair en önemli “irade beyanı” anlamına geliyor. Artık ana esasa, “İslami kimlik”e dönülmesinin ne kadar da elzem olduğunun anlaşılması için de Çalıştaya farklı bir önemin verilmesi icabediyor. Bu kapsamda şu vurgu çok önemli: “Müslüman Kürt halkının hak talepleri ve hassasiyetleri dikkate alınmadan yüzyılların oluşturduğu sorunları çözmek mümkün değildir. Bu hassasiyetlerin başında İslam gelir ve İslami değerlere aykırı hiçbir çözüm modeli Kürt halkı nezdinde karşılık bulmaz.”
Çok önemli ve gerçekten gecikmiş bir etkinlik olan bu çalıştayın, barış sağlanana kadar, daha geniş katılımla, daha detaylı ve esaslı analiz ve çözüm önerilerinin ele alınacağı şekilde, farklı illerde 4 ayda bir düzenli olarak yapılması gerektiğini düşünüyorum.
YENİAKİT - Faruk Köse

Müslümanlarla gayr-i müslimlerin âmentü ortaklıkları yoktur.

Müslümanları imanlarından sonra küfre ve kâfirliğe döndürmeye çalışan Batı, varlığını düşman edinmek üzerine bina etmiş bir kötülükler yumağıdır. Batının Vatikan önderliğinde yola çıkan Yahudi-Hıristiyan orduları, tarih boyunca giremediği kaleleri zapt etmek, ülkeleri ele geçirmek, maddi manevi yeni talan haritaları çizmek için bir dünya işgaline çıkmış durumdadırlar. Dinler arası diyaloglar, derin ittifaklar, gizli kardinaller ve içerden teslim alma çökertme operasyonları ile hedef Asya, hedef Ortadoğu, hedef Türkiye coğrafyasıdır. Hedef Türkiye coğrafyası çünkü Kardinal Newman’ın ta 19. yüzyıldan seslendirdiği gibi yeni haçlı seferinin kilit ülkesi Türkiye’dir. Türkiyeli Müslümanlar teslim alınmadan, Hıristiyanlaştırılmadan, Yahudileştirilmeden batının dünyayı işgal ve talan planları gerçekleşemez.  Batı, İslâm düşmanlığı üzerinden kendi iç bütünlüğünü sağlama gayreti içerisindedir.  Batı’nın hedefinde İslâm’ı, Müslümanları ve Müslümanların âmentülerini ortadan kaldırmak vardır.
Biz Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin asla ve kat’a âmentü beraberliği, ortaklığı yoktur. Müslümanların Âmentüsü saf ve berraktır. Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin âmentü ortaklığının var olduğunu iddia edenler, canımızda, malımızda, toprağımızda gözü olan Gayr-i Müslimlerin  finanse ettikleri aramızda dolaşan Batının Şer Şebekelerine bağlı çalışan Şer güçleridir.
İslâm dinin temeli âmentüdür.  Müslümanların âmentüsü tevhid esasına dayanır. Hıristiyanların âmentüsü ise teslis esasına dayanır. Bu gerçeği kulak ardı eden Yahudiler ve Hıristiyanlarla İslâm arasındaki farkın teferruatta olduğunu, âmentüde bir olduğumuzu zanneden eden bazı akide yetimleri şunu iddia ediyorlar:  “İyice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesi ile Hıristiyan ve Yahudilerle âmentüde ittifakımız var. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz âmentüyü öne geçirmeyip de ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp, mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Hâlbuki temelde ittifak varken, teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir” Bu iddiayı ileri sürenler, İslâm’a ve Müslümanlara en büyük hakareti yapmakla birlikte en büyük iftirada da bulunuyorlar.
Genelde İslâm coğrafyasında özelde ise ülkemizde Yahudilerin ve Hıristiyanların taşeronluğunu yapanlar böyle iftiralarla Mü’minlerin imanlarını çalmaya, çarpıtmaya çalışıyorlar. Tehlike çok büyüktür. İman hırsızları mal hırsızlarına benzemez. Malınızı çalanlar sizi bu dünyada perişan ederler. Ama imanınızı çalışanlar sizi bu hem dünyada ve hem de ahirette hüsrana, zarara ve ziyana uğratırlar. Bakınız Yahudi ve Hıristiyanların inandıkları Allah ile biz Müslümanların inandığı Allah aynı değildir. Rabbimiz haber veriyor: 
“Ve Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur.” dediler ve Nasraniler/Hıristiyanlar: “Mesih/İsa Allah’ın oğludur” dediler. Onların ağızlarıyla söylediği bu sözler, daha önce inkâr eden kimselerin sözlerine benziyor. Allah onları öldürsün. Nasıl da döndürülüyorlar.” (Tevbe Sûresi/ 30)
Görüldüğü gibi, Hıristiyan ve Yahudiler Allah’a inanıyorlar. Ama nasıl inanıyorlar? O’nun çocuğu olduğunu kabul ediyorlar. İslâm’da ise bu şirktir. İhlas suresi açık ve nettir. Şirk’in Allah’ın affetmeyeceği bir günah olduğu Kur’ân ayetiyle sabittir.. Ayrıca onlar bizim Peygamberimizi kabul etmiyorlar, Kitabımızı kabul etmiyorlar ama biz onları cennete sokabilmek için kırk takla atıyoruz. Bu bir imansızlık alâmeti değil mi? Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) geldikten sonra Yahudi ve Hıristiyanların Peygamber Efendimize inanıp tabi olmadan Cennete girebileceklerini iddia etmek, Hz. Peygamberin Peygamberliğini inkâr etmekle eşdeğerdir. Bir Müslüman’ın “ehli kitabla (Yahudi ve Hıristiynlarla)  âmentüde ittifakımız var’’ demesi için ya mecnun/deli olması ya da İslâm’dan çıkmış olması gerekir. Çünkü 1400 küsur yıllık Müslümanların tarihinde birçok hezeyanlar görülmüş olmakla beraber, böyle bir hezeyan hiç görülmemiştir.
Modernistlerden, Oryantalistlerden ithal edilmiş tereddütlerle, münazara ve münakaşalarla taammüden/kasten Müslümanları meşgul ettirenler, Müslümanlardan sayılmazlar. Çünkü bunlar da Müslümanları âmentüde Yahudi ve Hıristiyanlarla ortak kılmaya çalışıyorlar. Müslümanların imanlarıyla uğraşanlar,  Müslümanların Hz. Peygambere, Hz. Peygamberin hadislerine karşı olan itimatlarını paramparça hale getirenler, Mezhep imamlarına, Buharîlere, Müslimlere karşı zanla, şüpheyle bakmalarını sağlamaya çalışanlar, âmentüde Yahudi ve Hıristiyanlarla ittifak edenlerdir. Bunlar, Müslümanların âmentüleriyle alay edenlerdir, Müslümanların âmentüleriyle oynayanlardır. Şunu bilelim ki; Müslümanlarla Gayr-i Müslimler arasında âmentü ortaklığı yokturlar. Müslümanlar sadece Müslümanlarla âmentüde ittifak ederler. Müslümanlarla âmentüde ittifak etmeyenler de Müslüman sayılmazlar.

Müslümanları Âmentüsüz kılma girişimleri

Müslüman’ın hayatı “Âmentü” ile başlar. İman-ı Billâh insan fıtratının olmazsa olmaz ihtiyacıdır. Her Müslüman “Âmentü” dediğinde “Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Âhiret gününe, Kadere, Hayır ve Şerrin Allah’tan geldiğine, öldükten sonra dirilişe” inandığını kalbî ve kavlî olarak ortaya koymuş olur. Müslüman, Âmentüsüne ister dâhilde ve isterse hariçte yapılan her saldırıyı bizzat kendi hayatına yapılmış bir saldırı kabul edip harekete geçer.
Müslüman’ın her nefesi mü’min olarak yaşama duyarlılığı, “Âmentü Hassasiyeti”ndendir. Bu nedenle Müslüman bir insanın en stratejik hedefi, “son nefesi mü’min olarak vermek” tir. Mü’minlerin bütün çırpınışları, imanlarını muhafaza ve müdafaa etmek içindir. Çünkü iman giderse, her şey gider. Müslümanları imanlarından etmeden onları kul kaynaklı yasalara ve anayasalara kul ve köle edinmek mümkün değildir. Bunu bilen ehl-i küfür, gerek tarihte ve gerekse günümüzde bütün plan ve projelerini Müslümanların imanlarını çalmak üzerine bina etti.
Yahudiler, Hıristiyanlar, Müşrikler, Münafıklar, Laikliğe iman etmiş Demokrat sağcı ve solcu Harbiler, Mürtedler, her gün, her saat, her dakika hatta her salise biz Müslümanların imanlarını çalmakla meşguldürler. Rabbimiz haber veriyor:
“Ehl-i kitaptan pek çoğu; gerçek, kendilerine açıklandıktan sonra nefislerindeki haset sebebiyle sizi imandan sonra küfre çevirmek isterler. Allah’ın emri ge­linceye kadar onları affedip ba­ğışlayıverin. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.” (Bakara Sûresi/ 109)
Yahudiler, Hıristiyanlar, Müşrikler, Münafıklar, Mürtedler çok iyi biliyorlar ki yeryüzünde Müslümanlar Âmentülerine sahip çıktıkları ve hayatlarını kendi Âmentülerinin çerçevesinde tutma hassasiyetlerini ortaya koyup devam ettirdikleri müddetçe, batılın hüküm sermesi mümkün olmayacaktır. Bu nedenle Müslümanları Âmentüsüz kılma faaliyetini başlatmışlardır. Yahudi ve Hıristiyanların İslâm coğrafyasındaki yandaşlarından, taşeronluğunu yapan Bel’âmlardan ve Samirilerinden istedikleri ilk şey, Müslümanları Âmentülerinde şüpheye düşürmek, iman esaslarını, iman esaslarının bütünlüğünü mü’minlerin gündeminden çıkarıp atmaktır. Yani Müslümanları mevsimlik din değiştiren seyyar/değişken âmentülü insanlar haline getirmektir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim bizi uyarıyor:
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden (Yahudi ve Hıristiyanlardan) bir fırkaya itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi yeniden kâfirliğe döndürmek isterler.” (Âl-i İmran Sûresi/ 100)
 Yahudilerin ve Hıristiyanların dostluğuna ve idareciliğine razı olup kendilerine itaat edenler, onlardan dostlar ve idareciler edinmek gayretinde bulunanlar, imandan sonra kâfirliğe dönmeye çalışanlardır. Bunların Kur’ân okumaları, dinden bahsetmeleri, bu gerçeği ortadan kaldırmaz.



Günümüzde genelde İslâm coğrafyasında özelde ise ülkemizde Allahû Teâla’nın ğaybı bilmediğini, Kadere imanın iman esaslarından olmadığını iddia ederek Müslümanları Âmentüleri hususunda şüpheye düşürmeye çalışanlar, Müslüman olarak bizi imanımızdan sonra küfre ve kâfirliğe döndürmeye çalışan Yahudi ve Hıristiyanların aramızda dolaşan taşeronlarıdır. Müslümanların Âmentülerinde şüpheler meydana getirme gayretleri, Müslümanları Âmentüsüz kılma girişimlerindendir. Rasûlüllah (sav)’in hadislerini itibarsızlaştırma çalışmaları da, Müslümanları Âmentüsüz kılma girişiminden sayılır. İslâm dini adına Müsteşrikleri dinleyenlerin, onlardan Allah’ın dinini öğrenmeye çalışanların kaybedecekleri ilk şey, imanları ve dinleridir.
Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Müslümanların Âmentüleriyle oynanmaya başlanmıştır. Devletin resmî dininin İslâm olduğu ibaresi anayasadan çıkarıldığı yıl, 1928’de, geliri Tayyare Cemiyeti’ne bağışlanan “Türk’ün Yeni Âmentüsü” başlıklı bir kitap yayınlanmıştır; “Türk’ün Yeni Âmentüsü” adlı kitap dönemin Kemalist çizgideki meşhur gazetesi Hâkimiyeti Milliye tarafından bastırılmıştır. Türk’ün yeni âmentüsü devlet tapıcılığının ve milliyetçiliğin dinleştirilmesinin âmentüsüdür. Halkı Müslüman veya halkından Müslüman olan ülkelerde ilkokuldan üniversiteye kadar şirk akidesinden kaynaklanan istilâ kültürünü esas alan Demokratik Laik Eğitim ve Öğretim, nesillerin Allah’a kul olma haklarını sahte ilahlara kulluk hesabına çalmaktan ibarettir.
Müslüman olarak yaşamak ve Müslüman olarak ölmek istiyorsak, bizi ve neslimizi Allah’a kul olmaktan alıkoyan bütün kurum ve kuruluşları terk etmeliyiz, âmentümüzle çelişen ve çatışan bütün bilgileri ve belgeleri kimden gelmiş olursa olsun behemehâl çöpe atmalıyız. Müslüman olarak âmentüsüyle çelişen ve çatışan bilgileri ve belgeleri çöpe atmayan bir kimse, küfür çöplüğünde çöp olarak kalmaya mahkûmdur. Küfür çöplüğündeki çöplerle vakit öldürmek, bir Müslüman’ın vasfı değildir. Çünkü Müslüman’ın âmentüsü buna müsaade etmez.

Batılılaşma sevdasına sevap fetvaları/1
Yaşadığımız çağda insanlık camiası tarafından zaruret mertebesinde aranan İslâm ve Müslümanlardır. Ancak “İçinde yaşadığımız çağ İslâm’ı arayanların onu ancak kitaplarda, Müslümanları arayanların onları ancak mezarlarda bulabildiği bir çağdır.”
İslâm’ı bırakıp başka yerde izzet arayan Müslüman’ın Müslümanlığı tartışılır. İslâm âleminde Müslümanlar arasında görülen Batılılaşma sevdası, izzeti yanlış yerde aramanın sonucudur. Rabbimiz buyuruyor:“Onlar (Müşrikler) kendilerine izzet/kuvvet ve şeref kazandırsınlar diye, Allah’tan başka ilahlar edindiler.” (Meryem Sûresi/ 81)
Batılılaşmanın sevdaya dönüştüğü bir dönemde bazı İslâm âlimlerinin, bazı Müslüman mütefekkirlerin söyledikleri ve Müslümanlar arasında adeta fetvaya dönüşen şu tespitler bütünüyle masum görünmüyorlar:
Mehmet Âkif Ersoy, Berlin gezisi sonrasında yurda döndüğünde Batıyı merak içerisinde öğrenmek isteyenlere şu cevabı verdi: “Dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi..” 
Said Nursî  de Şeyh Bahit Efendiye şunları söylemiştir: “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.” 
Mısırlı âlim Şeyh Muhammed Abduh da der ki: “Avrupa’da Müslümansız bir İslâm var. Biz de ise İslâmsız Müslümanlar var.”
Bu üç âlimin tespitlerindeki ortak nokta Batı’nın bizimle bir şekilde ilişkisinin olduğunun ortaya konulmasıdır. Tespitlerde musbet gibi gözüken yönleri birleştirirsek şu birbirini tamamlayan cümleler ortaya çıkar: “Batının işleri var dinimiz gibi. Avrupa Osmanlı’yı doğurmuştur. Avrupa’da Müslümansız bir İslâm var.” Bir bütün halinde bu tespitler, İslâm âleminde, ülkemizde Batı kültürünün, edebiyatının, sanatının ithal edilmesi hususunda tereddüt gösteren Müslümanlar için adeta birer sevab fetvasına dönüşmüşlerdir. Bu tespitler, Batılılaşma köprüsünden geçmek isteyen Müslümanlar için adeta birer vize vazifesini de yapmışlardır. Ama bir gerçek var ki; Batının edebiyatı, sanatı, kültürü, ilmi dininden, akidesinden bağımsız gelişmemiştir. Müslümanlar olarak iman mihengine vurmadan Batı’nın kültürünü, edebiyatını, sanatını, ilmini alırsak, Hıristiyanlaşma ve Yahudileşme tehlikelerinin içine düşmekten kurtulamayız. Muhammed Kutub (Rh.a.), Şeyh Muhammed Abduh’un:“Avrupa’da Müslümansız bir İslâm var. Biz de ise İslâmsız Müslümanlar var”adındaki bu tespitini tahlil ve tahkik ederken şunları söylemiştir: “Herhangi birimiz Avrupa’ya ya da Amerika’ya gidecek olursa orada gerçekten son derece nazik bir ahlâk ile karşılaşır. İlk anda bunun İslâm ahlâkının kendisi olduğunu zanneder. Tıpkı Şeyh Muhammed Abduh’un zannettiği gibi.. Şeyh Muhammed Abduh’un söylemiş olduğu sözün ikinci şıkkı doğrudur. Yani bizde Müslüman ismini taşıyan ama vakıa âleminde İslâm’ı uygulamayan şahıslar var. Birinci şıkka gelince; onun üzerinde biraz durmak isteriz.
Batı ahlâkının dış görünümü gerçekten güzeldir. Size bazı örnekler vereyim. Çağdaş cahiliyyede var olan bunca ahlakî bozulmaya rağmen orada karanlıkta veya günün aydınlığında birbirine aşık bir memur erkek ve bir memure kadın bulunabilir. Çünkü onlarda aydınlık ile karanlık arasında fark yoktur. Fakat her ikisi de çalışma saatlerinde birbirlerine dönüp bakmazlar, çalışma vakitlerinin kısacık bir zamanını dahi kendi özel konuşmaları ile harcayıp tüketmezler.
Bizim çağdaş İslâm dünyamızda kaybettiğimiz emin olma vasfı onlarda bulunmaktadır. Tüccar seni aldatmaz; ne sattığı malın türünde ne de fiyatında seni kandırır. Bundan dolayı onlar pazarlıkla harcanacak vakti kazanırlar. Doğruluk da böyledir. Verilen sözlerde hassasiyet göstermek de böyledir. Öyle bir ahlâk ile karşı karşıyasınız ki zahiri itibariyle o, İslâm ahlâkiyatı gibi görünür. Hatırladığım şöyle bir olay var. Mısırlı bir tüccar İngiltere’den bir mal ithal etmişti. Onu teslim aldığında anlaşmış olduğu alış-verişin nitelikleri ile bağdaşmayan iki koli tespit etti. Tüccar geri kalan mal istenen nitelikte olduğundan bu iki koliyi görmezlikten gelmeyi uygun buldu. Fakat aniden İngiltere’den ihracatı yapan tüccardan bir telgraf aldı. İstenmeyerek yapılan bu hatadan özür diliyor, meydana gelen olaydan ileri derecede üzüntülerini bildiriyor ve o iki koli yerine istediği türden iki kolinin kendisine yollandığını haber veriyordu. Böyle bir ahlâk hakkında ne deriz? Yüce bir ahlâk deriz. Fakat gelin hep birlikte bunu iyice görmeye çalışalım.
Şüphesiz bu, gerçek mahiyeti itibariyle müşterisi ile her zaman ona sevgi göstermek, ona yumuşak davranmak ve ilişkilerinde doğru olmak ile ilişkilerini sürdürmeye çalışan zeki Yahudi tüccarın ahlâkiyatıdır. Böylelikle aynı müşteri kendisine bir daha gelsin ve her seferinde kârı daha da artsın. Şimdi bununla Hac mevsiminde bazı tüccarların yaptıklarını karşılaştıralım. Bu zamanda onların bütün çaba ve gayretleri müşterinin cebindekini boşaltmaya yöneliktir. Bundan sonra isterse ebediyen onlara bir daha dönmesin. Hiç önemi yoktur. İşte Hac mevsiminde bu tüccarın yaptığı asla kabul edilemez. Bunu ölçü alarak Avrupa ahlâkının daha güzel olduğu hükmü verilemez.
Batılılaşma sevdasına sevap fetvaları/2

 Facebook  Twitter  Linkedin  Google                                                                          
Avrupa ahlâkı dış görünüşteki güzelliğine rağmen menfaatçi (pragmatist) bir ahlâktır. Yalnızca fayda peşindedir. Eğer menfaati gerçekleştirecek “bir gayr-i ahlâkî yol” bulacak olursa batı hiçbir zaman onu kullanmakta gecikmez, bundan dolayı sıkılmaz ve günah duygusuna da kapılmaz. Şimdi sömürgeciliğe ve halkları köleleştirip bütün zenginliklerini talan ettikleri son derece adi yollarına bir bakın. Aynı şekilde üçüncü dünyaya zehirleri ihraç eden Avrupa’ya bakın. Çernobil hadisesinden sonra radyasyonlarla kirlenmiş bozuk yiyecekleri, son kullanma tarihi geçmiş ilaçları, hâlâ deneme aşamasında bulunan ilaçları ihraç ettiğini göz önünde bulundurun. Beyaz Amerikalı’nın kendisiyle vatandaşlık paydasını paylaşan ve bazen de aynı inanca ortak olan siyahîlere karşı sergilediği ahlâkiyatına bir bakın. Evet, bu kesinlikle katıksız faydacı/ pragmatist bir ahlâktır. Çünkü Avrupalıların anlayışına göre kendileri ile Allah arasında bir anlaşma yoktur. Onlar için menfaatten başkası yoktur. Müslümanların gerçek Müslüman oldukları bir zamanda yaptıklarıyla karşılaştırınca Avrupa’nın ahlâkının bir hiç olduğunu görürsün. İslâm, Müslüman tüccarların eliyle dünyanın birçok bölgesine yayılmıştır. Mesela Endenozya’nın tamamına İslâm’ın girmesini ve orada yayılmasını sağlayan, oraya ticaret yapmak maksadıyla giden  Hadramevtli tüccarlar olmuştur.” (Kur’ân-ı Kerim’den Eğitici Dersler/Muhammed Kutub, Sh: 57-59, İst/2014)  
Görüldüğü gibi, Batının işleri pek de bizim dinimiz gibi değildir. Avrupa Osmanlıyı da doğurmadı. Aksine ulaştığı her ülkeyi Osmanlı düşmanlığıyla yoğurdu.  M. Âkif Ersoy, Kastamonu’da, Nasrullah Camii’nde irad ettiği vaazının bir yerinde şöyle der: “Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkîleri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkîleri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalıdır.” (M. Âkif Ersoy, Sebilürreşad, 1339, Sh: 250) Batı’ya son derece temkinli ve ölçülü yaklaşan M. Âkif, başka bir makalesinde “Memleketimizde iki sınıf halk görüyoruz: Ne varsa Şark’ta vardır, Garb’a doğru açılan pencereleri kapamalıyız” diyenler. “Ne varsa Garp’ta vardır. Harîm-i âilemizi bile Garplılara açık bulundurmalıyız” iddiasına kadar varanlar. Bana öyle geliyor ki, ne varsa Şark’ta vardır diyenler, yalnız Garb’ı değil, Şark’ı da bilmiyorlar, nitekim ne varsa Garp’ta vardır davasını ileri sürenler, yalnız Şark’ı değil Garb’ı da tanımıyorlar.” (M. Akif Ersoy, 1327, Edebiyat Bahisleri, Sırat- ı Müstakim, C: 6, no: 147. Sh: 357) diyerek ülkemizdeki Müslümanların Şark-Garp arasında bir çıkmaza saplandıklarını nazara vermektedir. Şunu bilelim ki; Doğu aklı, Batı da kalbi öldürdü. Biri aklın, biri de kalbin katilidir. Katillerden kurtulmak yerine katillerle kanatlanmak, Müslümanlara kan ve karanlık getirir. Nitekim de getirdi. İslâm coğrafyası kan ve karanlıktan bir türlü kurtulamadı. M. Âkif Ersoy bir şiirinde de Garba sevdalanmış karanlık nesilden şöyle haber veriyor:
“Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı; / Kapıştı bunları “yirminci asrın evlâdı!” Yani yirminci asırda yetişen nesil, Fransız kültürüyle kendini zehirledi. Fransız İnkılabı kebirini örnek alan ümera ve ulema, memleketlerini zehirlemekten öteye geçemeyen çağdaş mürteciler oldular. M. Âkif Ersoy şikâyetçi olduğu bu mürtecilerden kurtuluşun çaresi olarak Batı’nın edebiyatını, sanayini, sanatını ve ilmini adres gösteriyor:
“Heriflerin, hani, dünya kadar bedâyi’i var; / Ulûmu var, edebiyatı var, sanâyi’i var. / Giden birer avuç olsun getirse memlekete; / Döner muhîtimiz elbet muhît-i ma’rifete.”  (Ersoy, Mehmet Akif, (1990): Safahat (Edisyon kritik), haz: M Ertuğrul Düzdağ, Sh: 235), Kültür Bak. Yay., Ankara.)
Bu mısraları okuduktan sonra derim ki; Senin dinin sana yetmedi mi? Senin memleketini, muhîtini ma’rifete dönüştürmeye dinin kâfi gelmedi mi? Batı’dan ma’rifet ithal etmek istiyorsun. Batı’da  Ma’rifet ne gezer? Batının Arifi yok ki Ma’rifeti olsun. Rabbül âlemini tanımayana, Rabbü’l âlemine tapmayana Arif diyebilir miyiz?  Batı medeniyet “mimsiz” bir medeniyettir ki o da “deniyyet”tir. “Deniyyet” alçaklık, aşağılık anlamına gelmektedir. Kendi milleti dışında kalan milletlere her türlü alçaklığı, kahpeliği ve zulmü reva gören bir anlayış Batı medeniyetinden başka bir medeniyetin ürünü değildir. M. Akif Ersoy’un  diğer şiirlerinde öğrendiğimiz kadarıyla “medeniyyet”, müstevli, saldırgan, insaniyetsiz, zalim Avrupa karşılığı hususi bir mana ifade etmektedir. M. Akif Ersoy’un karşı çıktığı, eleştirdiği, “bölücü, vahşî, maskara mahlûk, sağır ruhlu, hissiz, kundakçı, kahpe, yüzsüz, tek dişi kalmış canavar” olarak nitelediği “medeniyet”, hiç şüphesiz Batı medeniyetidir. ‘Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ mısraından dolayı M. Akif’e medeniyet düşmanı dediler. Sanki yukarıda okuduğumuz mısralar savunma kabilinden söylenmiş mısralardır. M. Akif Ersoy Şirk merkezli şerli bir düzende kor ve zor bir dönem yaşamıştır. Hangi şiiri, hangi mısraı önce veya sonra söylediğini, hangi makamda, kimin yanında ve hangi halde söylediğini tespit etmeden fetva gibi topluma, Müslümanlara sunmak uygun değildir, vebal getirir.
Netice itibariyle Batılılaşma sevdası bize sevap kazandırmaz. Batı karşısında eziklik kompleksine kapılmak Müslüman’ın Âmentüsüyle bağdaşmaz. Avrupa’nın, Batı’nın hiç doğruları yok mudur? Elbette vardır. Doğru kimden gelirse gelsin, ister Müslüman’dan ister Kâfirden gelsin kabul edilir. Ama bir şartla kabul edilir. O da Âmentünün ölçüsüne vurularak kabul edilir. Âmentü ölçüsü, imanımızın esaslarıdır. Müslüman olarak imanımızın esaslarını aşan ve taşan hiçbir şey doğru olmaz. İman esaslarını ihlal ederek, dışına çıkarak doğruyu buldum iddiasında bulunanlar, sadıklardan yani sadakat sahibi doğrulardan sayılmazlar.
YENİAKİT - Mustafa Çelik

Durduramayacaksınız
Irak’ta Baas rejimi vardı, Suriye’de de aynı rejim var.  Esat ne kadar “Nusayri”yse Saddam Hüseyin de o kadar “Sünni” idi.
Kıymet hükmümüzü baştan söyleyelim: Zalimin mezhebi olmaz, zalim zalimdir.
Suriye’deki rejim babadan oğula (Hafız Esat’tan Beşar Esat’a) devam eden fasılasız 12 Eylül rejimi gibiydi.
Her daim hava kurşun gibi ağırdı yani.
Irak’ın Saddam Hüseyin’ini İran İslam Devrimi devirmek istedi 8 yıl boyunca.
Yazık ki, deviremedi.
Biz de istiyoruz halkını katleden Esat devrilsin ama, tam 4 yıl geçti, devrilmedi.
Çünkü ne Saddam Saddam’dan ibarettir, ne de Esat Esat’tan.
Her ikisi de sadece vekalet savaşçılarıydı.
İran- Irak savaşı İranlı ve Iraklı yüzbinlerce insanın ölümüne ve her iki ülkenin enerjisinin mahvolmasına neden oldu.  
Bu savaş döneminde, “Hangisinin kazanması Amerika’nın çıkarına olur?” sorusuna Kissinger’ın verdiği cevap aynen şöyleydi: “İkisinin de kaybetmesi...”
İkisi de kaybetti.
Ve, İmam Humeyni (kendi ifadesiyle) zehir içmek pahasına anlaşmayı kabul etti.
Şayet kabul etmeseydi, savaşması için Saddam’a vekalet verenler işi çığırından çıkartacaklardı.
Bunda da ne kadar kararlı olduklarını, Körfez’deki Amerika gemisinden fırlatılan füzeyle İran’ın 273 yolculu sivil uçağını vurarak dermeyan ettiler.
Bunda da ne kadar kararlı olduklarını, Halepçe’de 5 bin Kürt kardeşimizin kimyasal silahla katledilmesine izin vererek gösterdiler.
Anaların kucağında Halepçeli çocuklar kaskatı kesildi; Alman usulü hardal gazıyla.
Çağdaş dünyanın gıkı çıkmadı.
Birleşmiş Milletler, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Aydınlık Savaşcıları” adlı şiir kitabındaki ifadesiyle, “domuzlar diktatoryası” ağzını açmadı.
Esat kimyasal silah kullandı da ne oldu? Hani kimyasal silah çağdaş dünyamızın kırmızıçizgileriydi; neden Esat devam ediyor hâlâ?
Irkçı Siyonist networkun emelleri henüz tamamıyla gerçekleşmedi de ondan. 
Nihai hedefleri mezhep savaşıdır. 
Nihai hedef öncesi mekanizma bir nevi akrep kıskacı gibi çalışmaya başladı: IŞİD’ten kaçan Baas’ın kucağına düşecekti.
11 Eylül saldırıları ardından Kissinger, “Bundan sonra çatışma Müslümanların arasında olmalıdır...” demişti.
Sonuç itibariyle Suriye ve Irak’ta olan biten bundan ibarettir.
Suriye’de öncelikle Türkiye’nin barışçıl girişimleri akamete uğratıldı. Sonra silahsız gösteriler korkunç katliamlarla bastırıldı.
Sonra maalesef silahlı mücadele başladı.
Zaten maksat silahlı mücadeleye geçilmesiydi.(Aynı maksatla, Mısır İhvan’ına korkunç katliamlarla tazyik yaptılar ama İhvan katliamlara, idamlara rağmen direndi; silahlı mücadeleye geçmedi.)
Suriye silahlı mücadeleye sürüklenmekle kalmadı, Türkiye de sıcak çatışmanın içine çekilmek istendi.
Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın ferasetiyle tuzağa düşmedik.
Türkiye, Suriye’nin reformlarla demokratikleşmesini arzuluyordu. Bunda da en azından sinerji bakımında bir hayli yol alınmıştı.
Açın bakın arşivlere, Türkiye’nin demokratik reformlarla Suriye’yi dönüştürmesinden en çok bizdeki paralelciler, Amerikalı Neocon’lar ve İranlı mezhepçiler rahatsız oldu.
O günlerde Türkiye’nin barışçıl Suriye politikası akamete uğratılması için “BOP Eşbaşkanı” martavalını ağızlarından düşürmeyen çevreler de sanmayın ki şimdi Suriye’de gerçekten barış istiyorlar.Hayır!
Gayeleri belli: Suriye üzerinden “Yeni Türkiye”nin yürüyüşünü durdurmak…
Durduramayacaklar.
Bu Sisilerin bu Esatların tarihin akışı içinde zerre kadar önemi yoktur. Vekalet savaşçılarının akıbeti Saddam Hüseyin gibi zelil olmaktır. 
YENİŞAFAK - SALİH TUNA

Kurtuluşumuzun pusulası âmentümüzdür .
Müslüman’ın âmentüsü, Müslüman’ın kurtuluş pusulasıdır. Âmentülerini kaybetmiş Müslümanların kurtuluşu olmaz. Onların yeniden iman etmeleri, âmentülerine kavuşmaları gerekir. Aksi halde Müslüman sayılmazlar. Bu nedenle Müslümanlar olarak âmentümüzün kıymetini bilmeliyiz;  âmentümüzü korumak için canımızı siper etmeliyiz.
Müslüman’ın âmentüsü, Müslüman’ın imanıdır. “Âmentü”, “İman ettim-İnandım” anlamına gelen Arapça bir fiil. İslâm ıstılahında, iman esaslarına bağlılığın ifadesidir. İman; Allah’tan gayrisine kulluk etmeme andıdır. Her yerde ve her zaman tuğyana isyan etmek üzere Allahû Teâla ile yapılan kesintisiz bir sözleşmedir.
İslâm ümmetininkabuğunu kırması, fikir ve düşünce açısından kendisini yenilemesi ve emperyalist güçlerin hegemonyasından kurtulması için kendi âmentüsünü pusula edinmekten başka hiçbir çaresi yoktur. İmanı hesaba katmadan ortaya atılan bütün çözüm reçeteleri sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Müslümanlar olarak âmentümüze mukabil ve onun yerine geçsin diye elimize tutuşturulan, önümüze konulan pusulalar, çözüm haritaları, ömür boyu Allah’tan gayrisine kul ve köle olmamızı bizden isteyen dayatma davetiyeleridir.  
Müslüman olarak âmentümüz, kişiliğimizin mihveridir. Ruhumuzun öz rehberidir. İmanı pusula edinmemiz, istikametimizi imanımızdan almamızı bizden isteyen Rabbimizin son Peygamberidir. Süfyan İbnu Abdullah es-Sakafî (r.a.) anlatıyor:
Dedim ki:
“-Ey Allah’ın Rasûlü, bana İslâm hakkında öyle bir bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka hiç kimseye İslâm’la ilgili bir şey sormaya ihtiyaç bırakmasın.
Resûlüllah Efendimiz (s.a.) şu cevabı verdi:
“-‘Allah’a iman ettim’ de; ve sonra dosdoğru ol” ( Sahih-i Müslim, İman: 62, (38)
Bu hadis-i şerif bize diyor ki; kurtuluş âmentüden yani imandan sonradır. Kurtulanlar istikamet ve istikrar sahibi olanlardır. “Ben Müslüman’ım” diyorsan istikametini kendi âmentünden/imanından al. İman eğri büğrü, omurgasız yamuk insanları kabul etmez. İman, sırat-ı müstakim üzere kararlı ve istikrarlı olmayı emreder. İman ehli olanlar, iman ehlinden olanlar, Allah’ın hükmüne ve hâkimiyetine bağlı ve bağımlı yaşayanlardır.
Tağutların yasalarından ve anayasalarından kurtulmak, Batı adındaki Firavunun plan ve projelerini bozmak, Şeytan’ın hilelerini aşmak, imtihanı kazanmak ve menzil-i maksuda ulaşmak için, imanı kurtuluş pusulası edinmekten başka çare yoktur. Kendilerini âmentünün yani imanın esaslarıyla mukayyed görmeyenler, Allah’tan başka herkese ve her şeye kul ve köle olanlardır. Bil ve inan ki; yüreğini pek tutan, azmi kırılmayan, dizinin dermanı çözülmeyen, gönlü savrulmayan, yola yatmayan, yolda sadakatini kaybetmeyen Müslümanlar, âmentülerini kurtuluşun pusulası edinenlerdir. 
Batılı şer şebekleri yerli mürted ve harbi müstevlilerle birlikte Müslümanların kalplerinden imanlarını söküp atmak için gecelerini gündüzlerine katarak hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan çalışıyorlar. Batılı şer şebekelerinin ve yerli taşeronları olan laikliğe iman etmiş demokrat sağcı ve solcu harbilerin ve mürtedlerin ortak inançları şudur: “Müslümanları imansız kılmadan rahat edemeyiz.” Küfür cephesinin bütün çalışmaları, bütün plan ve projeleri Müslümanları imansız kılmak üzerinedir. Âmentülerinde şüpheye düşen Müslümanların düşman karşısında direnmeleri mümkün değildir. Âmentülerinden şüphe eden Müslümanlar, küfür cephesinin sermayesinden sayılırlar. Eğer bugün halkı Müslüman veya halkından Müslüman olan ülkeler Birleşmiş Milletler Teşkilatının kapısını kurtuluş kapısı edinmişlerse, Avrupa Birliği’nin kriterlerini kurtuluş pusulası edinmişlerse, çağdaş uygarlık seviyesini kıble haline getirmişlerse bu ülkelerin Müslüman halklarının unuttukları ve kaybettikleri tek şey kalplerindeki imanlarıdır. Müslümanlar imanlarını unuttukları, imanlarını kaybettikleri günden bu yana kardeş olacaklarına birbirlerine karşı kalleş oldular. Birbirlerine tuzaklar kurdular. Birbirlerinin kanlarını akıttılar.
Müslüman!
Senin kalbindeki iman sana Birleşmiş Milletler Teşkilatına katıl demiyor, aksine sana Birleşmiş Müslümanlar Teşkilatını kurmanı, arayıp bulmanı emrediyor. Senin kalbindeki iman Avrupa Birliği’ne gir demiyor, aksine sana İslâm Birliğini kur diye emrediyor. Senin kalbindeki iman Şeytan Amerika ve İsrail’in istihbarat teşkilatları CIA’ya, MOSSAD’a, EFBİYA’ya istihbarat toplama demiyor, aksine onların hile ve tuzaklarını boz diye emrediyor. Senin kalbindeki iman Çağdaş “Uygarlık Seviyesi”ni kıble haline getirmeni emretmiyor, aksine Tevhidi kıble edinmeni sana emrediyor. Müslüman, kendine gel. Senin biricik kurtuluş pusulan senin âmentündür. İmanın dışındaki bütün pusulalar sana kurulmuş şer pusularıdır.
YENİAKİT - Mustafa Çelik

İman Kardeşliği Vazifeleri

İSLAM’DA kısas ve idam cezası vardır. Bunlar kesindir, tartışılamaz. Kur’an, “Kısasta sizin için hayat vardır” buyurmaktadır. Kısası ve idamı kaldıran bir toplum hayatı değil, ölümü seçmiş olur.
İslam’da kadınların ve kızların tesettüre girmesi farzdır. İki türlü tesettür vardır: Kur’an’a, Sünnete uygun şer’î tesettür; bu iki kaynağa uygun olmayan şeytanî yalancı sözde tesettür. Bir kadın başına bir bez bağlamakla tesettüre girmiş olmaz. Tesettürsüzlükle veya şeytanî tesettürle bir İslam toplumunda kadın ve kızların iffeti, namusu, haysiyeti korunamaz.
Ana lisanı Arapça olmasa da bir İslam kavminin ve milletinin yazısı Kur’an yazısı olmalıdır.  Japonlar, Çinliler, nice kavimler ve milletler kendi zor yazılarını korurken, bu yazılarla ilerler, kültür, eğitim, sanayi harikaları meydana getirirken, Türkiye Müslümanlarının İslam ve Kur’an yazısına sırt çevirmeleri bir kültür intiharı olur. Her Müslüman, bin yıldan fazla kullandığımız Osmanlıcayı öğrenmek zorundadır.
İslam dini, Kur’an, Sünnet, hikmet ribayı yasak ve haram kılmıştır. Riba muameleleri yapan, riba yiyen bir İslam toplumu iflah olmaz, necat bulmaz, başı beladan kurtulmaz. Ribaya batmış bir İslam ülkesinde sosyal adalet, huzur, istikrar sağlanamaz. Ribanın getirdiği şeytanî kalkınmanın sonunda balon söner, büyük çöküntü olur.
Resulullah Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) parayı sevmezdi. “Yanımda Uhud dağı kadar altın olsa, borç ödemek için ayıracağım bir dinardan başkasını bir gece bile alıkoymaz, hepsini tasadduk ederdim” buyurmuşlardır. Paraya, maddeye, zenginliğe âşık olan kimsenin Müslümanlığı yüzeydedir, iğretidir. Bir İslam toplumunda para ana değer olur, dinden önce gelirse o toplum bin türlü rezilliğe, rüsvaylığa, esarete ve sonunda batmaya mahkûmdur.
Müslüman, insan olmak hasebiyle bazı günahları işleyebilir ama en az işleyeceği günah yalan söylemektir. İslam ile yalan, Müslüman ile yalancılık bir arada olmaz. Yalandan sonra, Müslümanın işlemeyeceği günahlar şunlardır: Haram yemek, şüpheli gelirler elde edip onları yemek,  emanetlere hıyanet etmek, ehliyeti olmadığı halde bir işe vazifeye memuriyete makama mevkie riyasete talip olmak, yahut kendisi talip olmasa, başkaları isteseler (matlub olsa) kabul etmek.
Hem dindarlık taslıyor,  hem de sabah namazı vaktinde leşler gibi yatıp uyuyor. Böylesi iyi Müslüman değildir, kötü Müslüman’dır ve onunla nifakla arasında engel kalmamıştır.
En çirkin, en iğrenç, en rezil, en haysiyetsiz, en alçak ticaret din ve iman bezirgânlığıdır. Karı satmak ondan sonra gelir.
Çocuklarını, oğullarını ve kızlarını, genç nesilleri dindar, iyi Müslüman, iyi insan, iyi vatandaş olarak yetiştirmeyen yahut yetiştiremeyen Müslüman bir toplum çökmeye, esarete, rezalete, zillete, ezilmeye, tahkire müstahik ve mahkûmdur. Anne baba namaz kılıyor, çocukları kılmıyor. O aile bitmiştir, batmıştır.
Bedevîlerin, ârabîlerin de Müslüman olmaya hakları vardır ama onlar İslam’ı temsil edemez ve Ümmeti idare edemez.  Böylelerinin temsilciliği ve idaresi Ümmetin felaketi ve sonu olur.
Boynunda zamanın İmamına biat ve itaat bağı olmayan kimse serseri mayın gibidir ve hadiste, böylesinin ölümü sanki cahiliyet ölümü olarak sıfatlandırılmıştır.
Mübarek Ramazan ayında içkili, fuhuşlu, günahlı mekanlarda israflı lüks şatafatlı gösterişli debdebeli şaşaalı iftar ziyafetleri verenlerin bu hali ve bu zihniyetiyle doğru dürüst islamî hizmet ve faaliyet yapılamaz.
Doğru ve dürüst dosdoğru olmak iman ettikten sonra mü’minin temel vazifesidir. Arapça ve Osmanlıcada buna istikamet denir. Müstakim (doğru) olmayan bir Müslüman eğri ve çürüktür. Onun ipiyle kuyuya inilmez.
Hadîste, “Allah güzeldir, güzeli sever” buyruluyor. Müslüman güzellikler sergileyen bir insandır. İslam toplumu güzellikler toplumudur. Evlerini, iş yerlerini, camilerini, okullarını güzel yapamayan bir İslam toplumu eksiktir. Evi Müslümanın öncelikle malı değil, yuvasıdır. Herkese fizikî güzellik nasip olmaz. Müslüman yaşlandıkça güzelleşir. Onun konuşması, yazması, muamelesi,  ahlakı, misafirlerine ikramı, basit ve sade olsa da evinin eşyası ve dekorasyonu,  hali ve tavrı hep güzeldir.
Ben iyiyim diye kendi reklâmını yapan, kendini beğenen benlikçi (hodfüruş) kimse iyi değildir.
(İkinci Yazı)
Gemiyi Batırmak İstiyorlar
Onlarda insaf ve adalet yoktur… Onlar gemiyi delmeye çalışan gözü dönmüş çılgınlardır…  Onlar ağlar ve göz yaşı döker ama bu ağlayışları timsah ağlayışı, gözyaşları timsah gözyaşıdır. Onlar, gençler ve çocuklar ölünce sevinç gözyaşları döker.
Bunlar için “Ne yaparlarsa yapsınlar, ben karışmam, ben kendi vazifemle meşgul olurum…” diyenler var ya, gemi batarsa işte onlar da denize dökülecek perişan olacaktır.
Büyük gemi bölümlere ayrılır… İyi bir bölümde yolculuk eden taife, geminin tamamı ile, güvenliği ile alakadar olmazsa ileride büyük zarar ve ziyana uğrar.
Gemiyi delip batırmak isteyenlerle, en âdil, en uygun, en münasip, en hikmetli şekilde mücadele edilmezse felaket önlenemez.
Gemiyi batırmak isteyenlerle mücadele etmek bir emr-i mâruf ve nehy-i münker vazifesidir.  Bu vazife ile yükümlü olanlar vazifelerini terk ve ihmal ederlerse büyük vebal altında kalır.
Hiçbir çapulcunun, esnafın dükkânlarının vitrinlerini kırmaya, tezgâhlarını devirmeye hakkı yoktur. Böyle bir şey adalete, insafa, vicdana aykırıdır.
Anne ve babalar çocuklarını yıkıcı sokak hareketlerinden, GEZİ ve MAİDAN kalkışmalarından, anarşi ve kaosa yol açacak hareketlerden uzak tutmalıdır.
Ukrayna’da Maidan fitne ve fesatları oldu ve sonunda ülke parçalandı.
Resulullah Efendimiz  (Salat ve selam olsun ona), “Bir toplum nasılsa öyle idare edilir” buyurmuşlardır. İdarenin düzelmesi için toplumun ıslah edilmesi gerekir.
İstanbul’da birkaç yıl önce bir camimizin işgal edilmesi olayı son derece vahimdir. Müslümanlar bundan ibret alıp ibadethanelerini ve mukaddesatlarını korumazlarsa başlarına daha vahim hadiseler gelebilir.
Bendeniz İslam’a, Kur’an’a, Sünnete, Şeriata, ahlaka aykırı hiçbir kötülüğü desteklemiyorum ama memlekette bazı kötülükler ve yolsuzluklar var diye geminin batırılmasını da istemem.
Bazı Müslümanların tescilli ve azılı din düşmanlarını siyaseten desteklemesi büyük bir basiretsizlik ve akıl kararmasıdır.
Müslümanlar, Kur’an’a Sünnete Şeriata ahlaka hikmete uygun çareler ve çözümler aramalı ve bulmalıdır.
Müslümanlar Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmamalıdır.
Müslümanlar yağmurdan kaçarken doluya tutulmamalıdır.
Müslümanlar Suriye, Mısır ve Libya’daki kardeşlerinin kötü durumuna düşüp helak olmak  istemiyorsa; en kısa zamanda tek bir Ümmet çatısı altında birleşmeli, âdil ve râşid bir İmama biat etmeli, Ümmet işlerini  ehliyetli kimselere vermelidir.

KALBİNDE sahih=doğru ve makbul=kabul edilen iman bulunan herkes mü’mindir. Bütün mü’minler kardeştir. Bir mü’min günahkâr, hatâlı, yanlış yapan bir kimse de olsa, onu kardeşlikten çıkartamayız, reddemeyiz, bizim böyle bir ihraca ve tarda hakkımız yoktur.
Mü’minler hangi konularda ortaktır:
1. Onlar Allahü Teala hazretlerini Rabb olarak kabul ederler ve Rabb olarak O’ndan razı olurlar.
2. Onlar Kur’an-ı Kerim’i kitap ve düstur olarak kabul ederler ve kitap olarak ondan razıdırlar.
3. Onlar, İslam’ı din olarak kabul ederler ve ondan razıdırlar.
4. Onlar Muhammed Mustafa aleyhissalatü selamı Resulullah olarak kabul ederler ve ondan razıdırlar.
5. Onlar Şeriat olarak İslam Şeriatinden razıdırlar.
6. Onlar ümmet olarak Ümmet-i Muhammedden razıdırlar.
İnsan olmaları hasebiyle Müslümanlar günah işleyebilir, hatâ edebilir. Onları, kendilerini İslam’dan çıkartmayan günah, kusur, hatâları dolayısıyla kardeşlikten çıkartmaya hakkımız, yetkimiz, haddimiz yoktur.
7.  Onların günahlarını beğenmeyiz. Onları kardeşçe uyarır ve aydınlatırız ama kardeşlik hukukunu da çiğnemeyiz.
8. Mü’mini mü’min yapan iman cevheridir.
9. Mü’minleri sevmeye, onlara acımaya, onlara yardım etmeye mecburuz.
10. Açıkta günah işleyen, hatâ eden kardeşlerimizi, Ümmetin âlimleri ve mürşidleri en uygun bir üslupla uyarmakla yükümlüdür.
11. Kırıcı, kabaca, hoyratça, hakaretâmiz uyarı olmaz.
12. Bütün mü’minlerde şu üç şuur bulunmalıdır: Birincisi, Ümmet birliği şuuru… İkincisi, âdil ve râşid bir İmama biat ve itaat şuuru… Üçüncüsü, bütün mü’minlerin kardeş olduğu şuuru.
13. Bütün mü’minler tek bir Ümmet çatısı ve teşkilatı içinde bulunmazlar, başlarındaki râşid ve âdil  İmama biat ve itaat etmezler, birbirlerini kardeş bilip sevmezlerse; onları zillet esaret yenilgi rezillik ve rüsvaylık kucaklar, şeytan istila eder, hiçbir işleri rast gitmez. Günümüzde böyledir. Ümmet olmayan, biat ve itaat etmeyen, paramparça, bölük pörçük bir buçuk milyarlık İslam âlemi, dokuz milyonluk İsrail’in oyuncağı halindedir.
14.  Allah’a gerçek iman Tevhid ve tenzih inancı ile olur. Allahü Teala hazretleri kemâl sıfatlarla sıfatlıdır ve noksan sıfatlardan münezzehtir…  Allah’a hakkıyla iman edebilmek için Muhammed Mustafa’yı (Salat ve selam olsun ona) âhir zaman Peygamberi olarak kabul etmek ve ona iman, biat ve itaat etmek gerekir. Kelime-i Şehâdet birbirinden ayrılmaz iki parçadan oluşan bir bütündür. İki parçası kesinlikle birbirinden ayrılamaz. Hz. Âdem Safiyyullah’tan Efendimize gelinceye kadar bütün Peygamberlerin temel inancı ve dini İslam’dır. Onların arasında usûl bakımından ayrılık yoktur. Farklılık şeriatlardadır, füruattadır. Zamanımızda üç hak ibrahimî din vardır, bunların üçünün mensupları da ehl-i necat ve ehl-i Cennettir demek küfre yol açar. Çünkü Kur’an’da “Allah katında (hak, makbul, geçerli) din İslam’dır” buyrulmaktadır. Muhammed Mustafa’nın risaletini, tebliğini, davetini, Kur’an’ı, İslam’ı duyup da redd, tekzib ve inkar eden için ebedî selamet yoktur.
15. İslam’ı doğru ve iyi bilen müminlerin, iyi bilmeyen kardeşlerine anlatmaları üzerlerine vaciptir. İnsanlara yapılabilecek en büyük hizmet iman, Kur’an, İslam, dâvet, tebliğ ve irşad hizmetleridir. Bu hizmetleri tâtil eden, yerine getirmeyen, insanların kurtuluşu için çalışmayan bilenler, âlimler, Müslüman idareciler ağır bir sorumluluk ve vebal altında kalır. Bu hizmetleri herkes doğrudan doğruya yapamaz. Planlı, programlı, teşkilatlı şekilde yapılmalıdır. Doğrudan doğruya yapamayanlar, yapanları desteklemek, onlara yardımcı olmak suretiyle dolaylı şekilde yapmalıdır.
16. İhlasla çalışarak, hareket ederek bir insanın hidayetine vesile olmak, Âlemlerin rabbi Allahü Teala ile çok büyük, çok kârlı bir ticaret yapmaktır. Herkes böyle bir ticareti doğrudan doğruya veya dolaylı şekilde yapmaya can atmalıdır.
17. Bir insanın en büyük felaketi imansız olmasıdır. İmanı yoksa, dünya veya kainat onun olsa ne faydası olur? Bir Müslümanın başına gelebilecek en büyük felaket imanının kaybetmektir.
18. Müslüman o kimsedir ki, imansız yaşayan insanların veya imanlı iken bunu kaybedenlerin haline çok üzülür, onlara acır ve elinden geldiği kadar, iman konusunda onlara yardım etmeye çalışır.
19. İmanı olan ve ömrü ölümüne bu imanla bitişen kimse ebedî felakete uğramaz, günah ve isyanları yüzünden adalet-i ilahiye ile Cehenneme atılsa bile cezasını çektikten sonra Cennete konulur.
20. Bugün ülkemizde yaşayan nice kimse dıştan Müslüman görünüyor ama imanları şüphelidir. Çünkü imana zarar verecek aykırı sözler söylüyor, imanı giderecek çok kötü ve bozuk işler yapıyorlar. Onlara yardımcı olmamız gerekir. Onların hepsi muannid imansız değildir. Onları kaba ve kırıcı bir üslupla azarlamak çok yanlış olur. Onlara, anlayacakları lisan ve üslupla hitap etmek, kendilerini kaygan uçurumun kenarından daire-i iman selameti ve necatı içine çekmek lazımdır.
21. Şu husus da bir an bile olsun hatırımızdan çıkmasın: Bütün insanlık Muhammed aleyhissalatü vesselamın ümmetidir. Onun risaletini kabul edip iman edenler Ümmet-i  icâbet, henüz etmeyenler Ümmet-i dâvettir. İmanı Allah verir ama bizim davet etmemiz üzerimize vazife ve borçtur. Bu davet ve tebliği doğru dürüst, yerli yerince, bıkmadan usanmadan, devamlı ve tesirli şekilde ihlasla ve hikmetin ışığında yapmazsak, bizim ihmalimiz yüzünden imansız kalacak bedbahtlar bizden davacı olacaktır.
22. İslam aleminde Ümmet birliği, râşid ve âdil halifeye biat ve itaat, ortak dört başı mâmur bir plan ve program bulunsaydı, şu anda belli başlı yüz lisanda, yekun tirajı yüz milyon adet olan islamî bir dergi ile yüzlerce çeşit temel din ve kültür kitabı yayınlayan ve bunların yekun tirajı yüz milyonlarca nüsha olan dünya çapında dev bir yayınevimiz bulunurdu. Böyle hizmetler maalesef Ümmetsiz, İmamsız, plan ve programsız, medenî yüksek kültürsüz yapılamıyor. Bugünkü kaos, anarşi, fetret, İslamcılıklar Protestanlığı, cemaat ve fırka holiganlıkları ortamı içinde de yapılamayacaktır.
23. Allahü Teala bize selim akıl, vicdan, firaset, ihlas, şuur, teşebbüs nasip etsin.

Mehmed Şevket Eygi