28 Temmuz 2015 Salı

Atatürk olmasaydı, biz olmaz mıydık? “Yerde o, gökte o/ Denizde o, her yerde o!.. “Varsın, teksin, yaradansın!../ Sana bağlanmayanlar utansın! Düşünün ki, biz altı bin seneden beri varız, Atatürk son doksan yıldan beri var! Bu millete, sadece doksan sene önce “Atatürk’le birlikte gökten zembille inmiş” muamelesi yapmak, en büyük hakarettir! İlkokuldan beri bu hakarete maruz kala kala geliyoruz. Başöğretmenim, “O olmasaydı, hepimiz İngiltere’nin kölesi olacaktık Diyordu !”




UZUN BİR HİKAYE...
1700'lerde TAPINAKÇILARLA başlayan serüven MASONLUĞA dönüşüp su yüzeyine çıktı! 
Aslında bilmesi gerekenler "bilinmesi gerekenleri" bilir! Mesela bizde de MASON olan ve istediği zaman MERKEZ MEDYA DA iş bulan , ÜLKE YÖNETİM KOLLARIN da çok insan, çok yönetici vardır! 

Ayıp değildir bu! Sadece bir İLİŞKİ biçiminin varlığından söz ediyorum! Ama bu ilişkinin kökeni, ülkeye yansıması ve takip ettiği rota sıkıntılıdır!
Tabii biz olayları gerçek kulvarında tartışmadığımız için hep kısır ve kısa menzilli bakarız! Ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir! Osmanlıyı saran sonra da Türkiye'yi saran İKLİM gerçekte bizim bitki örtümüzle örtüşmez! İnsan unsurumuzla terstir! Ama sarmıştır bir kez! Kolay kolay da çıkamıyoruz işte! Ve bu iklimin akıl hocaları düğmeye basmak için kapının önündeidiler , içindeidiler!

Bizim bilmediğimiz ilişkilerin sardığı OSMANLIYI TÜRKİYE'nin kendi yoluna gitmesi istenmedi!

Londra'yı, buradaki ilişkileri ve bize yansımasını öğrenemediğimiz sürece de başımız dertten kurtulmayacak!

1717 yılında Tapınakçılar yeni adıyla MASONLAR ortaya çıkıp "ABD Parasının üstünde piramit üstünde tek gözle ,Evet biz varız! Yalan değiliz!" dedi. 400 yıl yeraltında süren organizasyon artık kendine bir zemin bulmuş ve ABD önde Londra'yı da arkasın da daha hızlı yol almaya başlamışlardı.

İnanılmaz ilişkilerin merkeziydi! Zaten FAİZ , SAVAŞ LOBİSİNİN ilk operasyonunda Tapınakçılar'ın imzası vardı! 
1717'de, 4 BÜYÜK LOCA bir araya gelip açıklama yaptı... Güçlerini gösterdiler! İngiliz Kraliyet Ailesi'de bunları koruyup saklayacağına yemin etti! Tapınakçılar, Gül-Haççılar ve masonlar .

Yeraltında da olsa film başlamıştı! Günümüzde gördüklerimiz ise bunları uzantılarından başka bir şey değildi!

İngiliz Kraliyet ailesi tarafından dünya posta servisini kontrol etmek için kuruldu! Dün postaları, sonra telgrafları, şimdi de telefon ve mailleri denetliyorlardı! LOZAN'da bile bizim aramızdaki bütün yazışmalar önce bunlara gidiyor, elimizi gördükten sonra ona göre tutum alıyorlardı!

Mason İngiliz Deccaliyet AKLI böyleydi!


Sözüm ona İsrail’le , ABD ile ağız dalaşına girip, Yahudi sermayesiyle gayet iyi anlaşıyorlar.

Faiz lobisini dillerine dolayıp, yerli ve yabancı faizci baronları milyar dolarlık haraçlarla besliyorlar.

Şimdilerde Türkiye 21. YY’da büyük bir Türkiye hayali var.. 

100 yıl önce aramıza çizilen sınırları kaldırmak istiyor.. “Çıkıp Dünya 5’den büyüktür”  derken uluslararası düzene itirazı var. 

İsrail’in politikalarına itiraz ediyor. Batılı ülkelerin tabularına dokunuyor. Sinir uçlarına dokunuyor.. 

Erdoğan’ın asıl suçu, günahı bu.. İslam dünyasına kötü örnek oluyor. “Öz yurdunda garip, öz yurdunda parya” olmaya, “Tom Amca” olmaya itirazı var. 

Batılıların bize din biçmesine, bize rejim dayatmasına, darbelere itirazı var.. 


Aramıza çizilen sınırlara, tepeden inme rejimlere ve o halkın meşru temsilcisi olmadığı halde işbaşındaki yönetimlere itirazı var.

29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti kurduk...

Cumhuriyetin telâkkileri gibi insanları da “modern” olacaktı...
Hazır örnek Avrupa idi: Her vesi-ley-le kuyumuzu kazan, her fırsatta haçlı güruhunu üzeri-mize saldırtan, Avrupa... 
Onun gibi giyinecek, onun yazı-sıyla yazacak, kendi kültür kaynaklarımıza sırt çevirip tarihi-mizi inkâr ederek onun kaynaklarına yönelecektik. 
Papa’-nın teklifini kabul edip Hıristiyan olmadığı için Fatih’i kına-yacak, Yavuz’u “zalim” ilân edecek, Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” diyecek, Fahideddin’i “hain” olarak damgalayacak, bütün tarihi “hane-dan tarihi”diye karalayacak, Etilerden, Sümerlerden, Moğollardan kendimize ec-dat arayacaktık.
Vesikalar, vakıalar önemsizdi. Artık tarih bir ilim değil, bir sanattı! Objektif olmanın önemi yoktu. “Millî” olmak yeterliydi.
“Yok”un üzerine geleceği inşa etmek gibi imkânsız bir hayalin peşinde koşuluyordu. Buna da “Milli devrim” deniyordu.

Cumhuriyeti kuranlar, Osmanlı tarihini, “hanedan tarihi” olarak aşağıladı ve yeni tarihin yazılmasını bir heyete havale etti. 1930’ların başında da“Türk Tarih Tetkik Cemiyeti” (1933’te “Türk Tarih Kurumu”na dönüştürüldü) kuruldu.
Onun diğer tarafında “Türk Dil Kurumu” oluşturulacak ve bu konularda her türden saçmalık “ilim” sayılacaktı!
“Yeni bir tarih tezi ileri sürüldü. 
“Çalışmalar belirli bir gayeye hizmet etmek için yapıldı­ğından zaman zaman bilimsellik dışına çıkmışlardı” (Dr. İlter Turan, Cumhuriyet tarihimiz, s. 93-94).
“Belirli bir gaye”den muradın ne olduğunu bugün hepi­miz biliyoruz. Kitleleri dininden, dilinden, kültüründen, me­deniyetinden, tarihinden koparıp, Batılılaştırma gaye­sidir bu. Hatta bu “gaye”nin gerçekleşmesi için isyanlar ter­tip­lenmiş, sehpalar kurulmuş, kelleler alınmış, arkada kandan bir iz bıra­kılmıştır. 

“Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” (Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafız Çamlıbel’in ortaklaşarak yazdıkları meşhur “Onuncu Yıl Marşı”nın bir mısrası) diye şiirler yazıp ders kitaplarına geçireceksiniz, milli bayramlarda ilkokul çocuklarına bunları bas bas okutacaksınız; hem de “Atatürk olmasaydı biz olmayacaktık” deyip varlığınızı “tek”e mahkûm ederek, tüm millete “iftira” atacaksınız!..
Bir milletin varlığını tek kişiye endekslemek, sağlıklı bir aklın ürünü olabilir mi?..
Olsa olsa, saçma sapanlığın sınırsız hezeyanı olabilir!
Aynı zamanda da yağcılığın en damıtılmış şeklidir!
Hiçbir millet, bir önderini övmek için, kendisini böyle yerle bir etmez!

Düşünün ki, biz altı bin seneden beri varız, Atatürk son doksan yıldan beri var! Bu millete, sadece doksan sene önce “Atatürk’le birlikte gökten zembille inmiş” muamelesi yapmak, en büyük hakarettir! İlkokuldan beri bu hakarete maruz kala kala geliyoruz.
Başöğretmenim, “O olmasaydı, hepimiz İngiltere’nin kölesi olacaktık!”demeye bayılırdı. Hattâ sözün burasında coşar, sonradan Aka Gündüz’e ait olduğunu öğrendiğim karalamayı, bağıra bağıra okumaya başlardı:
“Yerde o, gökte o/ Denizde o, her yerde o!.. 
Varsın, teksin, yaradansın!../ Sana bağlanmayanlar utansın!” 
Başöğretmenimin doğru söyleyip söylemediğini test etmek için, teneffüse çıkar çıkmaz, yere bakardım: Yoktu...
Göğe bakardım: Yoktu...
Sahile (ilkokulum denize çok yakındı) koşup denize bakardım: Yoktu...
1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle inşaatı yarım kalmış halkevine bakardım: Orada da yoktu...
Şairin ve Başöğretmenimin her yerde gördüğünü, ben hiçbir yerde göremezdim! 
Hüzünlü hüzünlü döner, ders kitaplarıma bakardım o zaman: Atatürk doluydu.
19 Mayıs 1919’da “Çürük Bandırma Vapuru” ile Samsun’a çıkmış, oradan Amasya’ya, sonra Erzurum’a gitmiş, Misak-ı Milli sınırları Sivas’ta çizilmiş, vatanı kurtarıp, Cumhuriyeti ilân etmişti.
Onu hepimiz çok sevecektik! Çünkü ders kitaplarım ve Başöğretmenim öyle istiyordu. Peki, ama sevgimizi nasıl gösterecektik?
Kolaydı: Padişahlara veryansın edip tüm tarihi karalayacaktık! Sonra her yere bol miktarda heykellerini dikecektik (özellikle darbe dönemlerinde)...
Dağlara, taşlara vecizelerini yazacaktık! 
Kendisini de ilkelerini de kanunlarla koruyacaktık...
“O” bu işten acaba memnun olacak mıydı?..
Bunu kimse bilemezdi elbet, öyle olduğunu var sayıyorduk.
Her milli bayramda biraz daha yüceltiyor, biraz daha abartılı övgüler düzüyor, birbirinden kopya kitaplar yazıyorduk.
Ne de olsa fikre, düşünceye karşı boykotumuz vardı, derinleşme konusunda çok tembeldik, araştırma angarya sayılıyordu...
Geriye kala kala beş şey kalıyordu:
Atatürk’ü alabildiğine övmek ve yüceltmek...
Kanunla korumak...
Bütün bulvarlara, meydanlara, havaalanlarına heykellerini dikmek, sözlerini yazmak...
Her 19 Mayıs’ta temsili Bandırma Vapuru’ndan heykelini rıhtıma çıkarıp heykele selam durmak...
Bulutlardan dağlara yansıyan gölgeyi Atatürk niyetine selâmlamak...
Birkaç madde daha eklenebilir, ama hepsi aynı kapıya çıkar. Çünkü bu türden yaklaşımların hayata hiçbir katkısı olmuyor. Aslında Atatürk’ü anlamaya da yaramıyor. Tümü kişisel tatmine giriyor.
İşi o kadar abarttılar, o raddeye vardırdılar ki, mevcutlar yetmedi, 22 metrelik dev bir heykelini Artvin’e diktiler...
Derken bu da kâfi gelmedi, 3 yıl çalışarak, 42 metrelik rölyefini (Türkiye’nin en büyük, dünyanın ise 10’uncu büyük rölyefi imiş) Buca’nın (İzmir) kayalarına yerleştirdiler. Sanki heykeli ne kadar büyük olursa, Atatürk o kadar büyüyecek!
Alın size bir soru: Tarih boyunca acaba heykellere toplam kaç lira harcandı?

“Tanrı uludur”lu günlerin başlangıç tarihi


İslâm dünyasında 622 yılından beri, Hz. Peygamber’in öngördüğü biçimde okunan “Ezan-ı Muhammedî”, ilk kez “Muhammedî” kimliğinden, onunla birlikte de “şeair” (İslâm işareti) vasfından koparıldı ve Türkçe bilmeyenler için “anlamsız” bir bağırtıya dönüştürdü.
Hafız Rıfat Bey tarafından ilk Türkçe ezanın Fatih Camii’nde okunduğu tarih 3 Şubat 1932’dir. 
Aynı yıl Türkiye’de insanlar açtı, ilâçsızdı; doktorsuzdu, ekmeksizdi, sahipsizdi; millet önlenemeyen salgın hastalıklarla pençeleşiyordu...
Çocuklar ya doğum sırasında, ya da kızıl, kızamık, boğmaca gibi hastalıklardan ölüyordu...
Türkiye’nin yeterli öğretmeni, okulu, hastanesi, yolu, suyu, fabrikası, barajı, elektriği, havaalanı yoktu...
Gençlere “din eğitimi” verecek imam-hatipleri, Kur’an kursları, İlahiyat Fakülteleri (o da aynı yıl, yani 1932 yılında kapatıldı) yoktu...
Artık “ezan gibi ezan”ı da yoktu, Türkiye’nin!
Ama bir “Dünya Güzellik Kraliçesi” vardı...
Yarışmayı, yanlış hatırlamıyorsam, tek parti yönetiminin yarı resmi organıCumhuriyet Gazetesi organize etmişti. 
Ve Avrupa, bizi açılıp saçılmaya teşvik babında, “Türkiye Güzeli”ni,“Dünya Güzellik Kraliçesi” ilân etmişti.
Ekonomi gazeteleri dâhil tüm gazeteler bu haberi günlerce manşetten veriyor, halka “ezansızlığın acısı”nı unutturmaya çalışıyordu.
Ama halk ne o acıyı unuttu, ne de o acıyı kendisine yaşatanları: Eline geçen ilk fırsatta (14 Mayıs 1950 genel seçimleri) kendisini tam 18 sene ezansızlığa mahküm edenlerden intikamını aldı... CHP’yi devirip Demokrat Parti’yi iktidar yaptı...
Sonra o çizgide yürüyen diğer partileri: AP, ANAP, DYP; nihayet AK Parti...
On yıllık iktidarında kaçınılmaz olarak yaptığı bazı hatalara rağmen, bugün bile AK Parti’nin oy oranı yüzde 55’lerde, CHP’ninki ise taş çatlasa 20-25’lerde ise, bu sonuç “Ezanın intikamı”dır!
Türkiye’nin düşman işgaline uğramasını camilere çan takılması ve Ezan-ı Muhammedî’nin susturulması olarak algılayan Mehmed Âkif, Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgal edilmesi üzerine yazdığı meşhur “Bülbül”şiirinde şöyle kükremişti:
“Ne zillettir ki: Nâkuus, (çan) inlesin beyninde Osman’ın,
“Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlânın!..” 
Ve kendisine ısmarlanan İstiklâl Marşı’na o hicran içinde ezanlı mısralar koymuştu:
“Bu ezanlar -ki şahadetleri dinin, temeli,
“Ebedi yurdumun üstünde benim, inlemeli.”
Âkif, bu şaheser mısraları yazarken, bir gün bu topraklarda Ezan-ı Muhammedî’nin susturulacağını, eski coşkunun hıçkırığa dönüşeceğini acaba hiç aklına getirmiş miydi?
Âkif’i bilemem, ama cumhuriyet döneminin fikir babalarından Ziya Gökalpçoktan kararını vermişti: “Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur/ Köylü anlar manasını namazdaki duanın” diyerek ezanın  Türkçeleşmesini savunuyordu.
Ezanı aslı gibi okumaktan çıkarmanın kılıfı, “Ne söylendiğinin anlaşılması”ydı, ama saklı amaç, o dönemin fikir babalarından Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” ismiyle yayınladığı hatıralarında ifade ettiği üzere,“dinde reform” yapmaktı.
Dönemin yarı resmi gazetesi Cumhuriyet, 04 Şubat 1932 tarihli nüshasında konuya “Türkçe” çerçeveli yaklaşıyor, “Türk dünyasının Tanrı’sına kendi bilgisiyle taptığını” yazıyordu.
Milletin bütün bu “arıza”ları aşıp tekrar kıblesiyle buluşacağını, o günlerde biri söylese kimse inanmazdı. Bugün çok şükür yaşıyoruz.
Allah’ı “ulu” (zira bir de “Ulu Önder” var” gibi kifayetsiz kelimelerle değil,“Allahüekber”lerle anıyoruz! 

Atatürk diktatör olmaya mecbur muydu?

 Bir meslektaşım şöyle bir soru attı ortaya: “De ki, Atatürk diktatör olmaya mecburdu, peki biz o diktatörlüğü hâlâ kutsamaya ve en iyi yönetim biçimi olarak çocuklara ezberletmeye mecbur muyuz?”
Sahi, mecbur muyuz?..
Değilmişiz gibi gözükse de, evet, mecburuz galiba! Bizi buna “mecbur”,hatta “mahküm” eden de Türkiye Cumhuriyeti Devleti…
Varlığına baş koyduğumuz devlet!
Soruyu şu şekilde sorsak: “Devlet, çocukların beynine yalan-yanlış bilgiler ekmek mecburiyetinde mi?”


 Yürürlükteki kanunlara göre sorunun cevabı “evet”tir!
Evet, Bandırma Vapuru’nun “çürük” olduğuna inanacaksınız!..
Atatürk’ün Samsun’a kend insiyatifi ile gittiğine, kendi kendisini görevlendirdiğine (bizim ders kitaplarında böyle yazardı, şimdikilerde sanırım geçiştiriliyor) inanacaksınız!..
Atatürk’ün “en büyük kahraman” (yani gerçekten “Ata-Türk) olduğuna, hiçbir hata yapmadığına, her kararında isabet ettiğine, İsmet İnönü ile el ele vatanı kurtardığına, astıklarının ve sürdüklerinin “vatan haini”,sevdiklerinin “vatansever” olduğuna inanacaksınız!..
Padişahların doğru hiçbir şey yapmadıklarına, sadece “Sarayın dört duvarı arasında mirasyediler” (cumhuriyetin onuncu yılı münasebetiyle devletin yayınladığı “Nasıldı, Nasıl Oldu?” isimli kitaptan) gibi yaşadıklarına inanacaksınız!..
“Diktatörlük” gibi gözükse de, Atatürk ve İnönü dönemlerinde Türkiye’de“demokrasi” olduğuna (ki, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bile böyle bir iddiası oldu), Demokrat Parti’nin işbaşına gelmesiyle işlerin karıştığına inanacaksınız!..
Hiçbir belirtisi olma bile, Atatürk ve İnönü dönemlerinin “kalkınma dönemi” olduğuna, Demokrat Parti ile birlikte ülkenin gerilemeye başladığına inanacaksınız!..
Atatürk’ü ve dönemini tartışmamanın “memleket hayrı”na olduğuna inanacaksınız!..
Tek kurtuluş yolunun “Atatürk yolu” olduğuna, ülkeyi “Atatürk ilkeleri”nin“Çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine” çıkardığına inanacaksınız!..
Elinize ne kadar belge geçerse geçsin, CHP iktidarı döneminde camilerin ahır yapılmadığına, satılmadığına, kiralanmadığına, ezanın Türkçeleştirilmesinin faydalı olduğuna, “Alfabe Devrimi”nin okuma-yazmayı kolaylaştırdığına, “Şapka”, “Takvim”, “saat”, “ölçü-tartı Devrimleri”nin ülkeyi çağdaş ülkeler arasına taşıdığına inanacaksınız!..
Fırsatınız olursa, Allah’a ve peygamberlerine de inanabilirsiniz!
Ne günlere kaldık: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı “dini kutsalları”eleştirebiliyor, ama “Cumhuriyet kutsalları”nı eleştiremiyor!
Bunu söyledim ya, bir yerlerden şu mealde cevaplar gelir: “Hakaret yasaktır, eleştirmek değil”…
Kâğıt üzerinde öyle de, hakkatte farklı: Her eleştiri “hakaret” kapsamında değerlendiriliyor.
“Atatürk’ün aziz hatırası” diye başlıyor savcılar, herşeyini beğenmek zorunda olduğunuz noktasına kadar getiriyorlar.
Atatürk’ü sevmek zorunda olduğumuza dair bir kanun yok (buna da şükür mü diyelim?), ama uygulamalar o kapıya çıkıyor…
Zaten bunun için bir televizyon programcısı, programına “konuk” ettiği başörtülü kızı sıkıştırıyor: “Atatürk’ü seviyor musun?”
Bu mudur yani?..
İlkokula başladığım günlerde, buna benzer bir soruyu, Başöğretmen Hikmet Bey sormuştu: “En çok kimi seviyorsun?”
Aileden gelen bir refleksle, “Allah’ı” deyince, Başöğretmenimin yüzü düşmüş, kaşları çatılmış, “Seninle işimiz var” demişti.
“Koca başöğretmenin benim gibi küçücük bir çocukla ne işi olabilir” diye içlenip sahile inmiş, koca taşların arkasına saklanarak ağlamıştım.
Envai çeşit saçma sapanlıklarla hem bizi, hem anamızı ağlattınız be Kemalistler!.. 
Canımıza tak etti artık!

İleride bizlere, neden her yerde bu adamın heykelleri var diye soracaklar .


Kişi başına kaç Atatürk heykeli düşüyor?


“O olmasaydı” derdi Başöğretmenim, “hepimiz İngiltere’nin kölesi olacaktık!”
“O olmasaydı, İngilizler ezanı kaldıracak, Kur’an eğitimini yasaklayacaktı!”
“O olmasaydı, camiler kiliseye çevrilecekti.”
“O olmasaydı, zulüm altında inim inim inleyecektik!”
Soramazdık: Ey Başöğretmenim, 1950’ye kadar millet zulüm altında inlemedi mi?..
Ezan-ı Muhammedî ve din eğitimi 1950’ye kadar yasaklanmadı mı?..
Camilere sıralar konması, oturularak “tapınılması”, musiki aleti çalınması teklifi “Dinde Reform Layihası” adı altında teklif edilmedi mi?..
Başöğretmenim bu tür sorular sorulmasından hiç ama hiç hazzetmezdi.
Ne tesadüf: Kemalistler de bu tür sorulardan hiç hoşlanmıyorlar!
Dünkü soruya gelelim: Tarih boyunca acaba heykellere toplam kaç lira harcandı?
Kendi sağlığında diktirdiği heykelleriyle ölümünden sonra (özellikle darbeden darbeye) devletin, belediyelerin ve özel kurumların diktirdiği heykellerine toplam kaç lira harcandığı konusunda bir araştırma yapılırsa, sanırım çok ilginç rakamlara ulaşılabilir.
Sıhhat derecesini bilmiyorum, ama bir internet sitesinde, her 800 kişiye bir Atatürk heykeli düştüğünü okudum.
PEPUG.com’un haberine göre ise (21 Eylül 2014 Pazar) Türkiye, dünya sıralamasında büst sahibi ülkeler arasında birinci sırada yer alıyor. 
“Türkiye’de 67 bin okul, 1.220 hastane, 6.500 sağlık ocağı, 100 cemevi olduğu düşünüldüğünde, sadece küçük büst sayısı oldukça fazla. Bunlara meydanlardaki, özel kurumlardaki büst ve heykeller dâhil değil elbette. Her bir büstün maliyetinin 5000 TL. olduğu gerçeği ise ülke ekonomisinin neden bu halde olduğunu açıklıyor. Araştırmacıların ve anket şirketlerinin verilerinin sonucu ise korkunç…”
Site, heykel ve büstlere harcanan miktarla neler yapılabileceğini de hesaplamış.
5 havaalanı;
2.000 km. asfalt yol;
3 adet yolcu uçağı;
450 tam teşekküllü hastane;
200 fabrika;
20 üniversite;
500 okul yapılabilirmiş! 

YENİAKİT / Yavuz Bahadıroğlu

Türkün Yeni Âmentüsü



Yıl 1928, Ankara’da Osmanlıca yazıyla 60 sayfalık bir kitap yayınlanır. İsmi: “Türkün Yeni Amentüsü”. Yazarı: Safi adında biri. CHP’nin Hakimiyet-i Milliye Matbaasında basılmış. Bu kitabın kapağında şu satırlar yer almaktadır:
“Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim,

Eyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamaset dasitanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin Allah’ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusi ile şehadet ederim.”

Aradan 82 yıl geçti, bu kafadaki insanlar hâlâ var. M. Kemal’i tanrılaştırıyorlar.
Bu adamların âmentüsüyle Müslümanların Âmentüsü bağdaşır mı? Elbette bağdaşmaz.
İstikbali yoktan var etmek.
Türkiye için âhiret günü olmamak.
Bunlar İslam inançlarına aykırı şeylerdir.
Atatürkü tanrılaştıranlar Atatürkçülük adında bir ideoloji, hattâ bir din üretmişlerdir.
Bu zihniyet İslam’ı ve Müslümanları Türkiye için en büyük tehdit ve tehlike olarak görüyor.
Türkün Yeni Âmentüsü kitabının yazarı Sâfi kimdir? Bu zat hakkında bilgim yok. Acaba Selanikli midir?
Safi Dümer’in Başka Bir Kitabı
Türkiyeyi İslam ve Müslümanlar mı geriletti, yoksa Sâfi’ler mi?
Şintoist, Budist, Konfüçyanist Japonya çok ilerledi de, Türkiye niçin onun kadar ilerleyemedi, kalkınamadı?
İslâm yüzünden mi, Sâfi’ler yüzünden mi?

(M. Şevket Eygi, Milli Gazete, 2010-06-26)

Türkiye'de İslâmî tesettüre aykırı kadın kıyafeti, Batılılaşmayı zorbalıkla devlet siyaseti hâline getiren Atatürkçü Cumhuriyetin modernleşme projesinin bir parçasıdır.
Cumhuriyet için modernizm karşı gelinemez bir ideolojidir. Bundandır ki modernizm, İslâmî millet kimliğini redd-i miras eden Cumhuriyet devleti için, İslâm’ın tesirinin her sahada en aza indirilmesi ve hayatın her kademesinde laik / sekülerleşmenin (dünyevileşme) hâkim kılınması mânasına geliyor. 
Türkiye’de kadın kıyafetinde açıklığın, yâni modern kıyafet Cumhuriyet devletinin teşvik ve zorlamasıyla başlamış, Avrupaî kıyafetli kadın dergileri devletçe desteklenmiştir. Teşvikle yazdırılan romanlarda modern kıyafetli kadınlar “ideal ve medeni kadın”, bunlara saldıranlar ise “yobaz” ve “gerici” olarak gösterilir.

AÇIK SAÇIK KADIN KIYAFETİ CUMHURİYETLE OLAĞAN HÂLE GETİRİLDİ

Modernleşmeci Cumhuriyet eliyle açık saçık kadın kıyafetinin olağan hâle getirildiğini kim inkâr edebilir? Bu sebeptendir ki kadın kıyafeti bu ülkede Atatürkçü Cumhuriyet taraftarlarıyla mukaddesatçı muhafazakârlar arasında geçen mücadelenin en başında yer almıştır.
Türkçü Ziya Gökalp da çarşaf ve örtünme aleyhine yazılarıyla tescilidir. Ona göre “Örtünmenin devamı Türk kadını için en büyük hakaretti.” Cumhuriyeti ilân ettiren kadro ile bazı konularda siyaseten ters düşmüş olsa da Halide Edip, tesettür konusunda modern kıyafet taraftarıdır. “Yeni Turan” romanında “ideal Türk kadınını çarşafını atmış, yüzü ve saçları açık, mantolu ve ceketli olarak tasvir eder.
Laik Türkçü ve Kemalist Kı­lıç­zâde Hak­kı gibi, “Te­set­tür, top­lum­ ya­ra­la­rı­mı­zın üze­rin­de­ki iğ­renç bir sar­gı be­zi­dir” di­yenler Cumhuriyetin modern kadın kıyafet politikasına hız kazandıranlardır. Hülâsa ifadeyle Türkçüler kadın kıyafeti konusunda Atatürkçülere yakındır.

ATATÜRKÇÜ DEVLET İÇİN “MODERN KADIN ŞEHİRLERİN TEK GÖRÜNTÜSÜ OLMALI” YMIŞ…

Cumhuriyet zihniyeti için İslâm “ilerlemenin” önünde engel olarak görüldüğü için, kapalı kıyafeti emreden İslâm’ın karşısında modern-seküler kadın kıyafeti “şehirlerin tek görüntüsü” olmalıdır. Bu çarpık anlayış sebebiyle modern kadın kıyafeti “Saygınlık kazandıran” bir kıyafet olarak zihinlere yerleştirilir.
Modern kadın projesi Türkiye’de kadının dekolte, yâni tesettüre aykırı kıyafetiyle cinselliğini öne çıkarmasının yanında moda, feminizm, sözde laikçi kadın hakları gibi kâfir tarzı anlayışın yerleşmesi mânasına da gelir.
Laik Cumhuriyet taraftarı gazete ve televizyonların tesettüre aykırı kadın kıyafetini teşvik etmesiyle modern kıyafetin en ücra kasaba ve köylere kadar yaygınlaşması maalesef acı bir gerçek. Gelinen noktanın müsebbibi, tesettürü “çağdışı” olarak gösteren Atatürkçü Cumhuriyet ideolojisinin hâkim olduğu hükümetlerin laiklik politikalarıdır.

TESETTÜRLÜ KIYAFET “GERİ VE EĞİTİMSİZ, MODERN KIYAFET İLERİ VE ÇAĞDAŞ SINIFA AİT” OLMAKMIŞ

Tesettürlü kıyafetin “gerici ve eğitimsiz” sınıfa;  modern kıyafetin ise “ileri ve çağdaş” yâni üst sınıfa mensup olmanın sembolü olarak topluma dayatanlar yine modernleşmeci-Atatürkçü hükümetlerdir.
Bir misal, İslâm ülkelerinin Hilafet’in kurtarılması ve İstiklâl Savaşı için gönderdiği yardım paralarını gayesi dışında kullanan Cumhuriyetçi kadronun kurduğu İş Bankası'na “memur alımında memurlar başı açık olarak işe başlarken, çaycı, müstahdem gibi geri hizmetlerde işe başlayan kadınların başlarını örtmeleri özellikle istenmiştir.”
Buna benzer politikalarla çalışan kadınlar arasında “çağdaş üst sınıf” ve “geri alt sınıf” şeklinde sosyal farklılık oluşturuldu. Tesettürlü kıyafetin alt, yâni medenî olmayan sosyal grupların sembolü olarak anlaşılması için memurlara yönelik çeşitli faaliyetlerin olduğunu da belirtelim.

TESETTÜRLÜ KIYAFET İSLÂMÎ OLDUĞU İÇİN CUMHURİYETE AYKIRIYDI

Batılılaşmanın önemli unsurlarından biri kadın kıyafetiydi. Tesettür İslâmî bir değer olduğuna göre Atatürkçü Cumhuriyet ideolojisine aykırıydı. Kadınlar tesettürlü kıyafetten “kurtarılıp” modern kıyafete alıştırıldığında, Laikçi Cumhuriyete karşı olan İslâmî otoritenin ve müesseselerin gücü de zayıflamış olacaktı. Bu şenî niyetle çarşafla dolaşmak yasaklanır. Cumhuriyet Devleti’nin bir diğer adı olan Chp’nin tamimleriyle mülkî amirlerin başkanlığında İl Genel Meclisi’ne yetki verilir ve birçok vilayette çarşafla dolaşmak yasaklanır.
Cumhuriyet inkılâplarıyla başlayan tesettürlü kadın kıyafetine karşı olmak, İslâm değerlerine karşı olmak mânasına da geliyor. Dolayısıyla gaye kadınların örtünmesini emreden İslâm’ın sosyal hayatın üzerindeki gücünü de kırmaktı. Çünkü Cumhuriyet modernleşmesine göre “Batı'nın görkemli uygarlığında kadın kapalı değildi. İptidai toplumlar kadınların örtünmesine ihtiyaç duyuyorlardı. Dolayısıyla Batılı ve uygar olmanın yolu tesettürlü kıyafetten vazgeçilmesiydi.”
Bu yabancılaşma ideolojisiyle Kemalist Cumhuriyetçiler, kapalı kıyafetle “geri kalma”, modern kıyafetle “ileri ve kalkınma” arasında irtibat kurarak, Avrupaî tarzda giyinmek isteyen küçük bir azınlığın kıyafet tarzını Türkiye’nin bütün Müslüman kadın toplumu için mecburi hâle getirmeye çalıştığı hatırlardadır.

M. KEMAL’İN, “HEM KUR’AN’I, HEM KADINLARI AÇ” SÖZÜNDEN İLHAM ALMASI

1928’de M. Kemal’in bizzat isteğiyle Millî Eğitim Bakanlığı yayınları arasında neşredilmek üzere, Fransız ateist filozof Jean Meslier’in dini reddeden “Akl-ı Selim” kitabını tercüme eden Türkiye’nin azılı Batıcılardan pozitivist Abdullah Cevdet tesettür düşmanlığını “Hem Kur’an’ı, hem kadınları aç” hezeyanıyla sürdüren lâ-dinî bir beşerdir. Cumhuriyetin sözde “ruhuna” bu şenî beşerden de ilham ve düşünceler aldığını beyan eden M. Kemal, kadın kıyafet inkılâbında en çok Abdullah Cevdet’in tesettür aleyhindeki çalışmalarından istifade etmiştir. 
‘İçti­ha­t’ der­gi­si­ni çı­kar­dı­ğı dö­nem­de Müs­lü­manların Avrupalılar gibi olması için ne ya­pıl­ma­sı ge­rek­ti­ğini sorduğu bir Fran­sız ede­bi­yat­çının “Ku­r’­an’­ı ka­pa, ka­dın­la­rı aç” sözünü “Hem Kur’an’ı, hem kadınları aç!” şeklinde değiştirerek yazılarında işler. M. Kemal onun bu düşüncelerinden ziyadesiyle faydalanır. Yeri geldiği için belirtelim ki “Kur’an’ı aç” sözü, “Kur’an’ı laikleştir, Protestanlaştır, yâni aslını boz” mânasındadır.
Millî Mücadele Hilafetçi ve İslâmî siyaset dili kullanan Mustafa Kemal 1918’lerde asıl zihniyetini açık etmiş olacak ki “Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım... Açılsınlar onların dimağlarını ciddi ulûm ve fünûn ile tezyîn edelim” diyor.    

“BUNDAN BÖYLE HERKES AVRUPALILAR GİBİ GİYİNECEK”

Fransız yazar Saint-Exupery’nin, “Küçük Prens” adlı hikâye kitabında “Türk önderi halkını korkutarak Avrupalılar gibi giyinmeye zorlamış ve bir yasa koymuş: ‘Herkes bundan böyle Avrupalılar gibi giyinecek’ demiş” sözü yalan mıdır? Asla! Türkiye’deki kıyafet zulmünü masal havasında, isim vermeden insan haklarına gönderme yaparak yazmış.
1930’lı yıllardaki CHP’nin “Çarşafla Mücadele Haftası” altında tesettür düşmanlığı kanlı 27 Mayıs darbesinden sonra devam eder. Atatürkçü yandaş gazeteler; “Çarşafla Mücadele Haftası Başladı” şeklinde baş haber yaparlar. Atatürkçü / CHP yanlısı darbeci generallerin tesettüre ve çarşafa hayır kampanyasını yazan bu haberler Kemalist Cumhuriyetin yüz kızartıcı faaliyetlerinden biridir.

KADINI MODERN KIYAFETE SOKMAK “MİLLÎ BİR VAZİFE VE BORÇ” MUŞ!

Batılı kâfir devletlerin yapması gereken zulmü 1937’de Atatürkçü Altı Ok Cumhuriyeti, Türkiye’nin bütün il ve ilçelerine gönderdiği şu pespâye tamimle yapmıştır: 
“Medeni vasıflarla donatılmış bir milletin kadınlarında görülmesi asla yakışık almayan peçe ve çarşaflara ötede beride ara sıra rastlanılmaktadır (…) Türk medenî rejimi ise asla bu gibi çirkin ve alelacayip kıyafetlere taraftar değildir. Her vatandaş sunu iyice bilmelidir ki İnkılâba, rejime uymayanlar gericiliğe eğilimli bu çirkin arzu ve eğilim ile sakatlanmış kabul edileceklerdir. Medenî haklarını çok iyi kullanan erkeklerin eşlerinin, medenî hakkını da teslim etmeleri ve ona uymaya mecbur etmeleri kendileri için Milli ve kanuni bir vazife ve borçtur.”
1924’te mekteplere gönderilen tamimle kadın öğretmenlerin başları kapalı ve yüzleri örtülü şekilde derslere giremeyeceklerdir. 1926’da peçenin bütün Türkiye’de kaldırıldığı valiliklere bildirilir. Dahası var, zorba Cumhuriyetin emirlerine göre belediyeler de bu kararın yerine getirilmesine, modern kıyafetin yayılmasına yardımcı olacak ve köylerde muhtarlar jandarma eşliğinde kapı kapı dolaşarak evlere bildireceklerdir. Öyle ki, devlet memuru olan herkes peçenin yasaklandığını ve çağdışı olduğunu anlatacak ve modern kadın kıyafetinin yayılmasına “öncülük” edeceklerdir.

KADINLAR BAŞÖRTÜSÜNÜ ATIP ŞAPKA GİYMELİYMİŞ!

Cumhuriyetin zorbaca yaptığı modern kadın kıyafeti inkılâbı Avrupa’dan taklit edildiği şekliyle tatbikata konulmuştu ama Kemalist kadroya göre bu yetmezdi. Kadınlar açık başlarına fötr ve melon şapka da giymeliydi. Erkekler şapka giyerken kadınlar da onlardan geri kalmamalıydı.
1928 Cumhuriyet töreninde Cumhuriyet şeflerinin yandaşı laik kadınlar, “Erkeklerimiz başlarına şapka giydiler ve bunun faydasını çok kısa bir zamanda anladılar. Ümit ediliyor ki bundan sonra kadınlarımız da bu ihtiyacı hissetsin” şeklinde nutuk çekerler.
Avrupa tarzı kadın şapkalarının yayılması için atölye ve moda evleri Cumhuriyet devletinin resmî yardımlarıyla açılmaya başlar ve kurslar açılır. Halkevleri ve Türk Ocakları gibi kuruluşlar bu kursları destekler.

CUMHURİYET DEVLETİ MODERN KADIN KIYAFETİ REKLÂMI YAPARSA…

Cumhuriyetin modern kadın kıyafeti reklâmları gazete ve dergiler vasıtasıyla veriliyordu. Yazlık ve kışlık olarak mevsime göre sabah ve akşam giyilecek modern kıyafetlerin yanında, spor, kokteyl, balo, deniz ve dekolte salon kıyafetleri bunlardan birkaçıdır.
Bütün bunlardan sonra Cumhuriyetin “kazanımlarını” Müslüman millet hüviyetine uygun kazanç sayanlar çıkmaya devam edecek midir? Veya Atatürkçü inkılâp ve kanunların hâlâ yürürlükte olduğu Cumhuriyetin millet hüviyetine uygun bir Cumhuriyet olduğunu iddia eden laik Türkçü, ulusalcı ve Atatürkçü milliyetçiler gibi düşünen ahmaklar olacak mıdır?


HABER  VAKTİM /ALİ İLBEY


Saidi Nursi Hazretlerinin o dönemlerde

Bu yapılanlara karşı söylediği bir sözü var .

 Sırr-ı İnna A’taynada geçen bölüm şöyle ;




Ey mülhidler, münafıklar 

Ey Ladini olan mülhidler ve inkarcılar!
Benim cesedimi paramparça etseniz de hakkı söylemekten vazgeçmeyeceğim. 

Eğer mümkün olsa bütün Şark’a ve Garb’a dinletecek derecede şöyle haykıracağım: Bu Kur’an haktır; bu Furkan sadıktır.

 Bu Kur’an Allah kelamıdır, onda hiçbir şüphe yoktur. Hz. Muhammed Allah’ın resulüdür; bunda şek edilemez. 

Onun Şeri’atı Allah’ın vahyidir; mutlak adalettir ve asla zulüm değildir.


Rotterdam İslam Üniversitesi rektörü ve Osmanlı Araştırmaları Vakfı mütevelli heyeti başkanı Prof Dr.Ahmet Akgündüz açıklamalardan ;


Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin neşredilmemiş SIRR-I İNNA A’TAYNA adlı eserinde, ilgi çekici tesbitler var. Açıkça Mustafa Kemal’in Yahudi olduğu aktarılıyor. Bu Risale Eskişehir Mahkemesinde gündeme gelmiş ve ancak Bediüzzaman beraat eylemiştir. Ceza başka sebeplerle verilmiştir.

Ey Ladini olan mülhidler ve inkarcılar!

Dine Arş’ı titretecek kadar zulm ettiniz. Akibetinizi bekleyiniz. Sizin de sonunuz gelecek. Yakinim var ki, büyük bir kıvranış ve kahr ile gebereceksiniz. Ölüm döşeğinizden Arş’ın sahibi olan Allah perçemlerinizden yakalayarak sizleri cezalandıracaktır. Ağlama ve eyvah sesleriniz arasında Cehennemin sakar denilen ateşlerine atılacaksınız; sizleri acıdan titrecek olan zakkum meyvesini yiyeceksiniz; Kur’an’ın gıslin tabir ettiği bağırsaklarınızı parçalayacak olan cehennem içeceğini içeceksiniz. Azabınız ebedidir.

Siz bize mürteci diyorsunuz; biz de size mürtedler adını veriyoruz. Sizler kafirlerin en habisi ve vahşi hayvanlardan da vahşisiniz. İsmine layık olmayan reisiniz, deccal ve süfyandır; zındıkanın reisidir; vahşi eşeklerden daha eşektir; Yahudilerin en adilerindendir; zalimlerin en zalimidir.”

Said Nursi
 ———
 Mustafa Kemal’in 30 Eylül 1911’de Kudüs Kamenitz Oteli’nde Yahudi Eliezer Ben Yehuda’nın oğlu Itamar Ben-Avi ile sohbeti:

-Mustafa Kemal: “SABETAY SEVİ’nin soyundan geliyorum. Kendisine hayranım. Keşke bu dünyadaki bütün Yahudiler onun mesihliği altında birleşse..”

Hatta daha ötesi var:

Bediüzzaman hayatta iken bazı Nur Talebeleri, Zındıka Komitesinin reisi olarak kabul ettikleri Mustafa Kemal’e Atatürk ünvanının verilmesine de karşı çıkmakta ve bu yüzden Bediüzzaman ve Nur Talebeleri hakkında çıkarılan Kararnameye itiraz etmektedirler:

Yine kararnamenin aynı sahifesinde, Said Nursi’nin mahkumiyetinin bir sebebi olarak yazmışlar ki:

“Bütün ömrünü Türk vatanının dahili ve harici türlü tecavüzlerden kurtulmasına hasr-ı vakfeden, Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ve Türk istikbal ve istiklalinin sadık ve fedakar hadimi olan Atatürk’ü Süfyan ve İslam Deccalı, tagut, dalalet zındıka komitesinin firavunmeşreb reisi, ehl-i dalaletin dehşetli şahsiyeti diye vasıflandırmak ve bu suretle her Türk’ün kalbinde kökleşen Atatürk’ün sevgisini gönlünden sarsarak ve ona alet olan has adamlarına münafık, mülhid demesi büyük bir suçtur diye mahkum ediyoruz.”

Cevab: Yine Nur’un hapse girmiş bir kısım talebeleri diyorlar ki: Bu vatan ve milletin istikbalini ve istiklalini mahveden onun icraatı olduğuna bir delil şudur: Bu vatandaki milletin 1000 seneden beri Hristiyanın dehşetli umum devletlerine karşı 350 milyon ma’nevi ihtiyat kuvveti hükmünde olan alem-i İslam bütün ruh u canıyla bu vatandaki millete uhuvveti ve irtibatı ve düşmanın bu vatana hücumu vaktinde o muazzam ma’nevi ordu ağlaması ve itiraz etmesi içindir ki; 70-80 bir zaman 120 milyon Osmanlı Devleti o dindar raiyetiyle 400 milyon Hristiyan devletlerine karşı istiklalini, istikbalini muhafaza ediyordu. İşte o reis, bu ihtiyat kuvveti bu vatan ve milletin aleyhine çevirmesi ve bir cihette istiklalini, istikbalini mahvettiği halde; nasıl istiklal ve istikbalini muhafaza ediyor ve kurtarmış denilebilir?

Hem Bağdad’dan ta Hind’e ve Mısır’dan Cezayir’den ta Endülüs’e ve Yemen’den ta Ha-beşistan’a kadar adeta iki Avrupa kıtası kadar Osmanlı hakimiyeti ve Türk milletinin amiriyeti tahtında iken, 40 seneden beri o reis ve onun gibi dinsizliği dindarlara tercih edenler, 70 mil-yon Arab’ı elinden çıkardığı gibi, en mukaddes şeylerini dahi rüşvet verdirmeğe ve istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile ancak bir muvakkat idareye mecbur eden ve bu biçare masum ve mazlum ve dindar ve mücahid milletin hem istikbalini hem istiklalini dehşetli ve çok acınacak bir vaziyete sokan ve hakiki Türk hamiyetçiler ve vatanperverler ve dindar mütefekkirlerinin kalblerinde sevgisi kökleşmemiş olduğu halde;

Said o sevgiyi çıkarmasıyla suçludur, mahkum olur demeleri; ne kadar haktan, hakikattan, insaftan, vicdandan uzak olduğunu her vicdan sahibi anlar. Ve 20 ay hem tecrid-i mutlakta hapis, hem 2 sene göz hapsi altında mahkum etmek, dünyada hiç emsali vuku’ bulmamış zalimane bir muameledir.

Acibdir ki; savcı müddei iftiralı ittihamnamesinde en ziyade iliştiği ve Said’in ittihamına medar yaptığı, Siracünnur’un ahirindeki Beşinci Şu’a’ın mes’elelerinde Said demiş ki: Başa şapka koymağa cebreden Süfyan öyle dehşetli istibdadla hareket eder ki, bir cani yüzünden yüz köyü harab eder.. bir asi yüzünden binler masumu mahveder dediği fıkra için Said’in mahkumi-yetine pek musırrane çalışıp demiş ki: Atatürk’ü tahkir edip, inkılablar aleyhindedir.

Cevab: Yine o cevab veren Nur şakirdlerinden Abdürrezzak namında birisi diyor ki: İşte o davanın doğruluğuna delalet eden yüzer emareden tek bir emaresi, 1938’deki Dersim faci-asında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öldürtüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden yaktırması; bu Beşinci Şu’a’ın o hükmünü kat’i hakikat olarak gözlerine sokuyor.

Acaba 1000 seneden beri bir milyar şühedayı hakikat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şehid veren ve bütün mefahiri İslamiyetle tahakkuk eden ve alem-i İslam’ın en büyük ordusu ve kahraman milleti olan Türk’e bütün bütün mahiyetlerine zıd ve bütün ecdadlarını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münasebeti olmayan bir adama, Türklerin ceddi ve büyük babası namını vermek; ne derece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anlaşılmıyor mu?

Bediüzzaman ise, ona Mustafa Kemal isminin yakışmadığını ve yakışan ismin ما اصطفي بكمال olduğunu şöyle açıklamaktadır:

Bir zaman işittim ki; ahirzaman deccalından evvel ona benzer küçük mikyasta müteaddid küçük deccallar gelir ve bir kısmı geçmiş dedim. Öyle ise herhalde Şeri’at-ı Ahmediyenin ve şeair-i İslamiyenin tahribine çalışan Mason komite reislerinden ve hiçbir cihette müstehak olmadığı Mustafa Kemal ismiyle malum olan şahs-ı menhus, o deccallardan birisidir.

Bidayet-i cumhuriyette kalbim öyle hükmetti. Bir emare aradım. O zaman kalbime geldi ki: Hesab-ı eb-cedi ilm-i cifirde ve çok ulumda muteber olduğundan onunla bakayım dedim, hesab ettim. Mustafa Kemal ismine ما اصطفي بكمال iki fark ile tevafuk ediyor.

Rotterdam İslam Üniversitesi rektörü 
ve Osmanlı Araştırmaları Vakfı mütevelli heyeti başkanı 

Prof Dr.Ahmet Akgündüz .




NETİCELERİ, SEBEPLERİ

Birinci sebep, bin yıllık millî İslamî yazımızın değiştirilmesi, yasaklanmasıdır. Bir toplumun yazısı öyle gömlek, ceket, otomobil değiştirilir gibi değiştirilemez. Değiştirilmeye kalkılır, zorlanırsa büyük kopukluklar meydana gelir, toplum tepetaklak olur.
Yazı değişikliğini göklere çıkartan birtakım filo-semit Türklere soruyorum: Japonya niçin son derece güç, çetrefil, kargacık burgacık millî yazısını değiştirmedi? Doğan Güneş imparatorluğu o zor yazısıyla ilimlerde, fenlerde, teknikte bunca ilerlemeyi ve gelişmeyi nasıl başardı?

Sorumun arka yüzü de var: Latin yazısını kabul eden Türkiye niçin Japonya kadar ilerlemedi?

Bir toplumun yazısı ne kadar zorsa, öğretilmesi ve öğrenilmesi ne kadar sıkıntılıysa orada o nispette ilerleme olur.
Kolay, rahat, ucuz, gel keyfim gel bir eğitimle vasıflı komando yetiştirebilir misiniz?

Bir toplum lisanı, yazısı ne kadar zorsa o nispette güçlenir.
Halk bilmiyor ama Türk Dil Kurumu’nun tespitine göre zengin Osmanlıca Türkçesinde beş yüz binden fazla kelime, kavram, deyim var. Devlet-i aliyye bu emperyal lisanla Viyana’yı iki defa kuşatmış, Akdeniz’i bir ara Türk gölü haline getirmiş, Polonya’da Hotin’i almış, Macaristan’ın Eğri şehrinde cami, medrese yaptırıp ezan-ı Muhammedî okutmuştur.

Zengin lisan gidince yüksek medeniyet ve yüksek kültür de gider.
Karacaoğlan’ı asla hor görmem ama devleti, cihan devleti yapan o değildir, Baki’dir, Fuzulî’dir, Şeyh Galib’tir.

Zengin Osmanlı Türkçesi Süleymaniye’dir, Selimiye’dir, Sultanahmet’tir. Sade Türkçe Çankaya Köşkü’dür.
Edebî lisan ve millî yazı gidince eğitim de çöktü, so
nunda iflas etti. Shakespeare’i okuyup anlayamayan bir İngiliz medenî bir İngiliz olamazsa; Fuzulî’yi, Ziya Paşa’yı emsalini okuyamayan da medenî bir Türk, medenî bir Türkiyeli olamaz. Kişinin medeniliği lafla değil, lisanla, edebiyatla, sanatla, kültürle görgüyle olur.
Osmanlıca gidince, onunla birlikte toplumsal hafıza da gitti.
Sanat, güzellik, estetik kültürü ve boyutu gitti.
Millî yazı gidince millî mimarlık ve şehircilik çöktü.
Hüsn-i hat, alaturka musiki bilmeyen bir Norveçli, büyük mimar olabilir ama bunları bilmeyen, bunlara âşina olmayan, hattâ beteri var, bunlara düşman olan bir Türkiyeli asla büyük mimar olamaz.

Cin fikirli Yahudiler niçin kendi millî alfabelerini bırakıp Latin yazısına geçmediler? Müslüman Türklere latincilik, ladincilik, laiklik nefesleri üfleyen Moiz Kohen Tekin Alp’ler  Yahudi dindaş ve ırkdaşlarına  niçin bunları üflemedi?

Cihan Peygamberi Muhammed Mustafa’nın (Salat ve selam olsun ona), onun râşid halifelerinin, Ashabının, etbaının, Ehl-i Beytinin, Selef-i Sâlihînin, evliyaurrahmanın, Fatihlerin, Yavuzların, Kanunîlerin, Sultan Abdülhamid-i Sânilerin, Şeyh Şamillerin peşinden giden hiçbir Türkiyeli Müslüman Latinci, Ladinci olamaz.

Kur’an yazısı köken itibarıyla Arap yazısıdır ama Türkler o yazıya o kadar hizmet etmişler, emek vermişlerdir ki millî yazı olmuştur.
Kur’an Mekke’de ve Medine’de nâzil olmuş, Kahire’de okunmuş, İstanbul’da yazılmıştır.

İçimizdeki Latin ve Yahudi severlere soruyorum: Müslüman Türklere Frenk yazısını hararetle tavsiye edip dururken, Yahudi dostlarınıza, bırakın şu kendi İbranî yazınızı da, Latin yazısına geçin, yazınızı yasaklayın, bak biz Ladinî yazı kopukluğu ile ne kadar ilerledik, Japonya’yı bile geride bıraktık diyemiyorsunuz?

LAİKLERİN SANAT ESERLERİ NELERDİR?

CİNSELLİĞE, müstehcen resimlere büyük önem ve yer veren çağdaş, laik ve Kemalist medyamız niçin ahlaka, edebe, görgüye, nezakete, iffete, şerefe, vatanseverliğe ve hayâya önem vermiyor?

Gazeteler niçin haftada bir edebiyat, tarih, mimarlık gibi ciddî konuları manşetten vermiyor?

Gastronomi, yeme içme, mükellef kahvaltılar ve yemekler… İnsan sadece ekmekle yemekle mi yaşar? Bunların yanında kültür, sanat, edebiyat da gerekmez mi?

Cumhuriyet devrinde niçin güzel binalar, anıtlar yapılamadı?
Hitlerin, Mussoli’nin bile mimarlık ve şehircilik şaheserleri var da Kemalizm’in niçin yok?

Osmanlı’nın çöküş ve batış yıllarında Sultanahmet Cezaevi yapılmış… Harika bir bina, şu anda dünyaca ünlü bir otel olarak hizmet veriyor… Cumhuriyet devrinde inşa edilen Sağmalcılar Cezaevi, boşaltıldıktan sonra yıktırıldı. Çünkü onda zerrece güzellik ve sanat yoktu.

Laik, İslam düşmanı dünya görüşü niçin teokratik Osmanlı devleti gibi dünya çapında sanat ve mimarlık eserleri veremedi?

Kemalistlerin bir Mimar Sinan’ı var mıdır?
Bir Fuzulî’si, Itrî’si, Barbaros’u var mıdır?
Dinsizlerin kerametleri hep kendilerinden menkuldür.
İstanbul’da turistlerin en fazla ziyaret ettiği bina Sultanahmet Camii’dir.

Laiklerin niçin bir Sultanahmetleri yok?
Kanunî zamanında 150 bin asker ve yardımcı personelle, on binlerce at deve ve öküzle, 300 topla orta Avrupa’ya giden Osmanlı ordusu, yol boyunca bir tek tarlaya, bahçeye, bostana zarar vermeden ilerlermiş. Şimdi bu adalet, intizam, disiplin ve güvenlik var mı?

Türkiye’nin vasisi Sabataycıların, diğer kriptoların, çağdaşların, laiklerin eserleri nelerdir?

Ne gibi lisan ve mimarlık anıtları yükseltmişlerdir?
Bu sorulara bizim erotik ve gastronomik bay ve bayanlarımız doğru dürüst cevap verebilirler mi?


MİLLİ GAZETE / Mehmed Şevket Eygi

DÜNLE  BUGÜNÜN Akıl oyunları


Olaylarda duyguları öne çıkaranlar, öfkelerle hareket etmiştir. Ve hep kaybetmiştir. Osmanlı İmparatorluğu duygularını kontrol ederek büyüdü ve cihan devleti oldu. Ancak çocuklarımıza okullarda TÜRK AKLI'nı anlatacak öğretim üyesi yetiştiremedik.
Çünkü Cihan İmparatorluğunu yıkan AKIL, bizden tarihimize küfür etmemizi istiyordu. Tüm sistemlerini bunun üzerine kurarak, gerçekleri tozlu raflara kaldırdılar. Hz. İsa'yla birlikte Hıristiyanlık hızla yayıldı. Yahudiler, başlangıçtaki öfkelerini süratle kontrol yoluna gittiler. AKIL varken şiddete gereksizdi.
Hz. İsa'nın ölümünden sonra birbirinden farklı 100 İncil yazıldı. Bunlardan sadece biri doğruydu, 99'u ise Yahudilerce kaleme alınmıştı. Kafalar karıştı, insanlar hangi İncil'e inanacaklarını şaşırdı. İznik'te Hıristiyan Konsülü toplandı, hangi İncil'e inanacaklarını seçmek için. Tarihi kilisenin kubbesinden 100 İncil'i birer birer aşağıya attılar. "
Yaratıcı kendi kitabını yere düşünce korur, biz de gerçek İncil'i buluruz" dediler. Kubbeden aşağıya atılan 100 İncil'den sadece biri yıpranmadı. Onda da Yunan mitolojisinde Tanrı'nın oğlu Zeus'tan esinlenerek kaleme alınan satırlar vardı. Ve İsa'yı Tanrı'nın oğlu ilan ediyordu.


Asırlar boyunca üç Tanrılı ve daha önemlisi bir insanı Tanrılaştıracak bir dine böyle adım atılmış oldu. ÜST AKIL işte böyle bir şeydi.


Geçtiğimiz haftalarda Başbakan Davutoğlu ile Macaristan'a gittik. Orada genç Türklerle karşılaştık. İçlerinden biri bana bastırdığı kitabı hediye etti. Üzerinde "
Macarca Kur'an-ı Kerim" yazıyordu. Neden Macar dilinde Kur'an-ı Kerim tercümesine ihtiyaç duyduklarını sordum. "Bizden önce başkası da Macarca Kur'an-ı Kerim bastırıp dağıttı burada. İçinde tahrifat ve değişiklikler yapılmıştı. Mesela 'Hz. Muhammed bu ayetleri Tevrat'tan almıştır'diye bol bol not düşülmüştü içinde" dediler. O Kur'an-ı Kerimi ilk Macarcaya çevirip, basan bir Yahudi'ydi.
Hedefe ulaşmak için kavgaya, şiddete hiç gerek yoktu. Zekayı kullanmak yetiyordu.


Kur'an-ı Kerim yazıp dağıtan AKIL, İslam coğrafyasında örgütler de kurar, uzaktan yönetir, müslümanı müslümana kırdırarak kendine kazanımlar elde etmekte zorlanmazdı. Adamlar hep bunu yaptı. CIA ajanı Edward Snowden "
IŞİD İsrail'in güvenliği için kuruldu" diye boşuna söylemiyordu. Kafa kesen bir örgütle dehşet salıyorlar, İslamafobi oluşturuyorlar, İslam dünyası ordularını birbirine kırdırıp zayıflatıyorlar, bir taşla yüzlerce kuş vuruyorlardı. İsrail Dışişleri Bakanı Liberman "Bize karşı olan Arapların kafasını kesmek lazım" diyordu önceki gün.


Söylemediği tek şey vardı; "
Bunu bizim yapmamıza gerek yok, yaptırdığımız taşeronlar var zaten..." Bir sene içinde 64.4 milyar dolarlık silah sattılar dünyaya.


En büyük alıcı ise terör korkusu yaşatılan S.Arabistan'dı. Hem Arapları Araplara kırdırıyorlar, hem de en büyük silah satışını Araplara yapıyorlardı. Dedik ya ÜST AKIL buydu işte. Dünkü yazımda Osmanlı'nın borç faizlerinin yarısını ödememe kararı aldığını yazmıştım. 1875'teki bu faiz indirimi kararı Osmanlı'nın yıkılışına neden oldu. İngiliz politikacı Gladstone ortalığı ayağa kaldırıp, Dolmabahçe sarayına "
Diktatör" diyerek savaş açtı. Bulgarların ayaklanmasını destekledi. Rusları Bulgar ayaklanmasının içine sokup Osmanlı ile karşı karşıya getirdi. Osmanlı'ya "Savaş çıkarsa arkanızdayız" dedi. Ruslarla-
Osmanlı'yı konferanslar düzenleyerek bir araya getirip güya HAKEM rolünü üstlendi. Perde arkasında Rusları inanılmaz tezgahlarla kışkırttı. Rus-Osmanlı savaşı çıktığında "
Ben yokum" diyerek sıvıştı İngilizler. Savaş sonrası ne Bulgarlar kaldı, ne Hersek, Karadağ ve Sırbistan. Gladstone "Balkanlara özerkliği benim AKLIM kazandırdı" diyerek meydanlara çıktı.
Bu 
AKIL onu Başbakanlığa kadar taşıdı.


İngiltere'yi de dünya Finans İmparatoru yaptı. Bırakın mermiyi tek kurşun atmadan Osmanlı'yı yıkma dönemine 
FAİZ ayaklanmasıyla geçtiler. Ve sonrasında da "Ermeni kartı"nı oynadılar. İçerideki TÜRK görünümlü HİZMETÇİLERİ de kullanarak bir imparatorluğu paramparça ettiler. Londra'daki FAİZ LOBİSİ, çaldıkları paralar azalacak diye milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu. Onlar hep cesetler toprağa verilirken geldiler ve istediklerini alıp götürdüler. AKLI olan çocuklarına sahip çıkar. İnsanları sokaklara çağıranların gerçek yüzünü her gün, her saat anlatır. Çünkü bu ülke bizim, hepimizin.


Ya istiklal ya ölüm!’
Ana Hayat Yasamız Kur’an-ı Kerim’in miftahı ve hizmetkârlığıyla Cihan Devleti olan Osmanlı’yı yıkmak gayesiyle tezgâhlanan Çanakkale Savaşı’nın yüzüncü yılında Şehid ve Gazilerimizi rahmetle anıyoruz!
Dinsiz Devlet ile Devletsiz Din, ruhsuz Ceset ve Cesetsiz ruh gibidir. Yani Devletsiz Dinimizi yaşayamayacağımız gibi Dinsiz Devletin de yükselmesi ve yaşaması mümkün değildir. 
Yarım milyon haçlı orduları karşısında hayatlarını feda ederek Çanakkale’yi geçilmez yapan ruh bu inançtır.
İslam Dinimizde, Şehitlik ve gaziliğin teşvikinin sebebi de sadece İslami İlkelerin egemen olduğu Devleti korumaktır. Yani, Dinsiz ve Devletsiz hayatın olamayacağı gerçeğidir.
İnsanın akıl, can, mal, nesil, namus ve sadece Allah’a kul olabilmenin sigorta emniyeti, Dine sahip çıkan güçlü bir Devlet ile sağlanabilir. 
Mal ve Makamlara Şehadeti ve İnfakı tercih edenler, düşmanlarına karşı her zaman, Din ve Vatanlarını geçilmez yaparlar!
Din, Vatan, kardeşlik ve yardımlaşma sevgisinden mahrum olanlar“Çanakkale’yi geçilmez” yapan o destanlaşmış İmanı, cesareti ve fedakârlığı anlayamazlar.
Balıkesir’in Havran İlçesinin Manastır (Koca Seyyid) Köyünde hamallık yaparak geçinen Seyyid Ali Çavuşun Din ve Vatan aşkıyla 215 kilo Top Mermisini kaldırarak savaşın seyrini nasıl değiştirmeğe vesile olduğunu idrak edemezler!
Dünyanın her yerinde yüz yıldır zulüm gören, açlık ve sefaletin pençesinde inleyen, gönülleri ve ülkeleri işgal edilmiş milyonlarca mazlumun ahına dur diyecek bir Türkiye’yi “Dünya Hilafet Çobanlığı”makamına getirmek için çalışmak, Çanakkale’yi geçilmez yapan ruhu anlamakla mümkündür!
Çanakkale’yi geçemeyen Haçlı Orduları, İstanbul merkezli Vatanımızı içimizdeki Mandacı İttihat Terakki çetelerinin yataklığı ile işgal etmişlerdi. İstiklal Savaşımızla yurdumuzdan kovulsalar da Maşa tipli Paşaları yoluyla Ülkemizi ağaç kurtları gibi kemirdiler.
Başta Osmanlı aileleri olmak üzere Din, İman, ahlak gibi ne kadar değer varsa hepsini sürgüne gönderdiler!
Bizans’ın asırlardır yapamadığı ruh ve gönül Medeniyetimizi Bizans Entrikası Devrimlerle devirerek sadece Çanakkale’yi değil tüm İslam Âlemini İslam’a isyan Âlemine dönüştürdüler. Böylece Emperyalist Şeytani Mihraklar, maddi ve manevi işgalleri içimizdeki kendi devşirme torunlarına yaptırttılar! Ama Siyonistler ve uşakları yine muvaffak olamadılar. Yenildiler!
Çünkü esaretin yerine “Ya İstiklal ya Ölüm” imanını tercih eden bir Milletin Ruhu olan Dini İslam’ı, cesedi olan Devletini hiçbir odak hiçbir güç asla yok edemez. 
Evlatlarını kurbanlık koyunlar gibi kınalayarak Din ve Vatan uğruna Cepheye şehid olmak arzusuyla gönderen gözü yaşlı ana ve babaların çoğaldığı bir Ülkeyi hiçbir güç asla işgal edemez!
Müjdeler olsun ki, Alnı Ak, yolu Ak kadrolar eliyle, Din ile Devletin ve Devletle Dinin barışması ve kucaklaşması seferberliği yeniden başlatılmıştır!.
Türkiye’mizin Maddi ve Manevi kalkınma seferberliğine destek verenlerle, Çanakkale’yi geçilmez yapan şehid ve gazilerimiz Ahiret Yurdunda Cennette birlikte olacaklardır İnşallah! 
Yaratıcımız, Yaşatıcımız ve Yöneticimiz Allah (c.c) bu yolda daim yar ve yardımcımız olsun.


YENİAKİT / Şevki Yılmaz