31 Ekim 2014 Cuma

Cumhuriyet mecburiyet mahkümiyet : Neden her iktidar ille de Cumhuriyetçi Milliyetçi Devletçi Halkçı İnkılâpçı Laik ve de kesinlikle sözde değil özde Atatürkçü olmak zorunda


“Cumhuriyet”
i ilk duyduğumda üç-dört yaşlarındaydım…
Bir “saltanat çocuğu” olan rahmetli babam, cumhuriyet kutlamalarına katılacağını söyleyip evden çıkmıştı. Denizciydi. Rejimlerle pek işi olmazdı. Ama belli ki, cumhuriyeti benimsemişti. Ne çare, Başöğretmenim Hikmet Bey(çocukluğumun ilkokullarını müdür yerine başöğretmenler yönetirdi) babamı, bu özelliğine rağmen, hiçbir zaman benimseyemedi…
Namazında-niyazında bir adam olmasıyla her söylenene kafa sallamayıp itiraz etmesi, ardından sorgulamaya başlaması, babamı “mimleme”si için yetti.
Hikmet Bey’in tarifine göre, cumhuriyetçi babam “cumhuriyet düşmanı” sayılıyordu: Bunu hiçbir zaman anlayamadım.
Neden sonra fark ettim ki, istenen şey “cumhuriyeti benimsemek” değil, cumhuriyet adına yapılan dayatmaları hiç sorgulamadan, yani “kayıtsız-şartsız” sineye çekmekti.
Güya “hâkimiyet kayıtsız-şartsız milletin”di. Aslında ise ülkede egemen güçlerin “kayıtsız-şartsız” hâkimiyeti vardı. O kadar ki, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi bile bunu değiştirememiş, ülkeyi tek parti kodamanlarının sultasından ve bürokrasi cephesindeki keyfiliklerden kurtaramamıştı.
Zaman içinde pek çok iktidar gördüm. Bazıları hiçbir iz bırakmadan kaybolup gitti. Bazıları pek çok yatırım yaptı, ama hiçbiri şu soruları soramadı:
“CHP’nin altı okunda simgelenen ‘ilke’lerin anayasada ne işi var?..”
“Neden her iktidar ille de ‘Cumhuriyetçi’, ‘Milliyetçi’, ‘Devletçi’, ‘Halkçı’, ‘İnkılâpçı’, ‘laik’ ve de kesinlikle ‘sözde değil özde Atatürkçü’ olmak zorunda?”…
Öyle olunca her şey düzeliyor mu? Neden düzelmedi peki?
“Bir Türk dünyaya bedeldir!” ya da “Ne mutlu Türk’üm diyene” diye bağırta bağırta büyüttüğümüz nesillerin bir bölümü neden “terörist” olup yıllar boyu askere ve polise kurşun sıkıyor?
Sloganlar, niyetler, nutuklar ve şiirler ne yazık ki, karın doyurmadı.
Belki de bu yüzden, “Cumhuriyet/ Hürriyet” kafiyeli böbürlenmelere sinir oluyorum!..
“Cumhuriyetimizi ve demokrasiyi CHP’ye borçluyuz” diyenlere de “hadi ordan!”çekiyorum.
Çünkü, borçlu yaşamayı sevmiyorum… Çünkü, bu iddianın doğru olmadığını biliyorum… Ayrıca da, o borcu çoktan kapattığımıza inanıyorum.
Cumhuriyeti kuranlardan kimisine “Ebedi Şe”lik, kimisine “Milli Şef”lik, kimisine bakanlık makanlık verdik, ödeştik!
Düşünün ki, İnönü, kesintisiz ve de muhalefetsiz 27 yıl süren iktidarında hiç bir başarı gösteremedi… Hiçbir eser veremedi… Milleti açlığa, yokluğa, yoksulluğa, ezansızlığa, Kur’ansızlığa mahküm etti… Buna rağmen iktidarda kaldı…
Yani borç kapandı, millet alacaklı duruma geçti!
Hem zaten 1923’te ilân edilen cumhuriyet de bir “demokratik cumhuriyet” değil, İttihad ve Terakki mantığının “cumhuriyet” kılıfıyla kılıflanmış şeklidir.
Çünkü 1950’ye kadar şeklen bile “demokrasi” yoktur. Çünkü (hileli 1946 seçimini saymazsak), siyasi partiler ve seçim yoktur… Vatandaşa yöneticilerini seçme hakkı tanımayan bir cumhuriyete, “demokrasi” demek, olsa olsa demokrasiye iftira olur…
Cumhuriyet bir mecburiyetti: Zira saltanatın ve hilafetin devam etmesi demek, Mustafa Kemal Paşa’nın en fazla genelkurmay başkanlığına, İsmet Paşa’nın da kuvvet komutanlığına razı olması demekti. Ama sistem değişir, meşrutiyet yerine cumhuriyet ilân edilirse, Kemal Paşa padişah yetkilerini aşan yetkilerle donatılmış “Ebedi Şef”, İsmet Paşa ise “Milli Şef”olacaktı.
Nitekim de öyle oldu… Bu da son derece normaldir: Zira politikada, “vefa” denen kavramdan eser yoktur. 

 YENİ AKİT / Yavuz Bahadıroğlu 

Cumhuriyet Tarihinin En Uzun MGK'sında Alınan Kararlar : PARALEL YAPI-IŞİD VE IRAK-SURİYE KONUSU-İSRAİL-FİLİSTİN -AFGANİSTAN-UKRAYNA-TUNUS-PARALEL YAPIKKTC’NİN HAK VE MENFAATLERİ


PARALEL YAPI
Milli Güvenlik Kurulu'nun ardından yapılan açıklamada,"Ülkemizin güvenliği, halkımızın huzuru ve kamu düzenini ilgilendiren hususlar ayrıntılı olarak görüşülmüştür. Bu kapsamda milli güvenliğimizi tehdit eden ve kamu düzenini bozan iç ve dış legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten paralel yapılanmalar ve illegal oluşumlarla yürütülen mücadelenin kararlılıkla sürdürüleceği vurgulanmıştır" ifadeleri kullanıldı.
IŞİD VE IRAK
Açıklamada, "Irak ve Suriye'de IŞİD ve diğer terör örgütleriyle mücadele, ülkemizin bu mücadelede uluslararası koalisyon içindeki konumu, Türkiye'ye müzahir gruplar başta olmak üzere, ılımlı muhaliflerin durumu ve yerinden edilen kişilere yönelik insani yardımlarımız görüşülmüştür. Ayrıca Irak'taki siyasi süreçte son dönemde yaşanan gelişmeler gözden geçirilmiş, ikili ilişkilerin güçlendirilmesi yönündeki irade teyit edilmiştir" değerlendirmesinde bulunuldu.
SURİYE KONUSU
MGK'nın ekim ayı bildirisinde, "Suriye'de dördüncü yılını tamamlamak üzere olan çatışma ortamının ülkemizin ve bölgemizin güvenlik ve istikrarına yönelik yansımaları, bu konudaki bölgesel ve uluslararası yaşanan son gelişmeleri de içerecek şekilde müzakere edilmiştir"denildi.
İSRAİL-FİLİSTİN ATEŞKESİ
Açıklamada, "Başta Gazze'de sağlanan ateşkes olmak üzere, İsrail-Filistin ihtilafında yaşanan son gelişmeler, Libya ve Yemen'deki mevcut durum ile bölgesel yansımaları kapsamlı biçimde görüşülmüştür" ifadelerine de yer verildi.
ÇÖZÜM SÜRECİ
Açıklamada, "Terörle çok boyutlu mücadele kapsamında sürdürülen çözüm süreci ele alınmış, sürecin oluşturduğu olumlu atmosferi ve huzur ortamını bozmaya yönelik provokatif olaylara karşı kamu düzeni ve güvenliğini koruma konusundaki kararlılık teyit edilmiştir" değerlendirmesinde bulunuldu.
KKTC’NİN HAK VE MENFAATLERİ
Ege ve  Akdeniz’deki gelişmeler gözden geçirildi. Deniz yetki alanları başta olmak üzere Ege ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeler gözden geçirilmiş; Türkiye’nin kendi kıta sahanlığı içerisinde ve garantör ülke olarak KKTC’nin ruhsatlandırdığı sahalardaki hak ve menfaatlerinin korunması için gereken her türlü tedbirin önümüzdeki dönemde de kararlılıkla alınacaktır.
AFGANİSTAN-UKRAYNA-TUNUS
Afganistan’daki başarılı siyasal süreç değerlendirilerek, Türkiye’nin desteği vurgulanmıştır. Ayrıca, Ukrayna ve Tunus seçimleri gözden geçirilmiştir.

28 Ekim 2014 Salı

Risale-i Nur Tefsir Alimleri İçin Definedir


Emekli Müftü Yahya Alkın: “Risale-i Nur, Kur’An-ı Kerim’in bir tefsiri, burhanıdır. Tefsir ve belagat sahasında çalışan bir zat, bir ilim adamı; özellikle İşarat-ül İ’caz ve Muhakemat’ı mutlaka okuması lazımdır. Kur’An tefsiriyle uğraşan ilim adamlarının bu defineden mahrum kalması önemli bir kayıptır.”

Yeni Asya gazetesi, Emekli Müftü Yahya Alkın ile, Diyanet İşleri Başkanlığı (İstanbul) Haseki Dini İhtisas Merkezi çerçevesinde bir sohbet gerçekleştidi. Alkın Hoca, tefsir ilmiyle ilgilenenlerin özellikle Risale-i Nur eserlerini incelemesini arzu ediyor.


Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra, dünyanın ilim merkezi haline gelen medreseler; daha sonraki yüzyıllarda bu hususiyetini yavaş yavaş kaybetmiş. Bu konuda Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin de tesbitleri ve teklifleri var. Siz de bu konuyu değerlendirebilir misiniz? Ve medeniyet mirası bu değerlerin etkin bir şekilde tekrar hayat bulması ve insanlarımızın hizmetine sunulması anlamında tavsiye ve görüşleriniz nelerdir?

Bu sorunuz, şimdiye kadar sorduklarınızın en önemlisidir. 
Bediüzzaman’ın  önemli bir tesbitiyle üzerinden biraz duralım, açıklayalım.
Bu hususta yüce mütefekkir diyor ki: “Vicdanın ziyası, ulum-i diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İştirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” (Münazarat, sh. 119)

Sözünü ettiğiniz devir, yani Fatih Sultan Mehmed’in devrinde medreselerdeki eğitim dünya ve ukbayı kuşatıyordu. Vicdanlar dini ilimlerle ziyadar, akıllar dünyevi ilimlerle nurlu ve aydın idi. Bu iki cenah ile dünya çapında çaplı büyük alimler yetişiyordu. İbn-i Kemal’ler, Molla Gürani’ler, Şeyhulislam Ebu Suud’lar hep o yükseliş devirlerinde yetişen büyük alimler idi. Gerileme devirlerinde iki cenahdan biri terk edildi. Aklın nuru sönmeye yüz tuttu. Bir tarafta iman za’fiyeti, diğer cenahta taassub kendini gösterdi. Eğitimle ilgili bu önemli ve uzun konuyu noktalayıp diğer çok önemli bir tesbit ve teşhise geçelim.

 
Bediüzzaman diyor ki: “Bu zamanda ehl-i İslam’ın en mühim tehlikesi; fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yeganesi nurdur, nur göstermektir ki; kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.” (Onaltıncı Lem’a, İkinci meraklı sual.)


Bu önemli teşhisin nasıl can alıcı bir teşhis olduğunu anlamak için Rehber-i Mutlak ve Kudve-i Kul olan Resul-i Ekrem (asm) Efendimiz’in ibretlerle dolu hayatına bir bakalım:

Resul-i Ekrem Efendimiz’in (asm) peygamberlik müddeti 23 sene devam etmiştir. Bu müddetin 13 senesi Mekke devri, 10 senesi Medine dönemidir. Mekke devrinde ahkam ayeti nazil olmamıştır. Hatta namazın dışında, ibadetlerle ilgili hükümler yoktur. Medine döneminde, Bedir Muharebesi yapılıncaya kadar, yani hicretin 2. yılına kadar ahkam ayetleri nazil olmamıştır. 13 sene Mekke devri, Bedir Muharebesi de hicretin 2. yılında yapıldığına göre 15 ahkam ayeti yok. Nikah, boşanma, süt mes’eleleri, örtünme, ferdin, ailenin ve toplumun hayatını tanzim eden hükümler hep Bedir Muharebesinden sonra; yani 15 sene sonra inmeye başlamıştır.

Peki, bu 15 sene içerisinde inen ayetler hangi konularla ilgili idi? Cevab: Usul-ud Din ile yani imanın temelleri, esasları, itikadla ilgili ayetler iniyordu. Vaktaki iman gönüllere hakim oldu, ahkam ayetleri gelmeye başladı. Bu safha çok önemlidir. Çünkü inanmış insan, bir ilmihal ile hayatını tanzim eder. İnanmayan kişiye İslami kaynakları ihtiva eden bir kütüphane hediye etsen açıp yüzüne bakmaz. Temel; iman meselesidir. İşte felaket-helaket asrının adamı olan  
Bediüzzamanbu temeli nazara veriyor, evvela yapılması gereken en önemli konuya dikkatleri çekiyor.

Kanaatim ve tecrübelerim şudur ki; Diyanet camiamızda ve Milli Eğitim’de hizmet veren görevlilerin çoğunluğu bu temel meseleyi layıkıyla anlamış değillerdir. Kimse alınmasın ve kusura bakmasın, uzun tecrübe ve müşahadelerimle bunları söylüyorum.

İstiklal Marşı şairimiz merhum Mehmed Akif; “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”derken bu önemli noktaya işaret ediyordu. Fakat kitap-sünnet dengesini hiç bozmadan, asrın idrakine İslamı anlatan ve terennüm eden 
Bediüzzaman  olmuştur. Risale-i Nur Külliyatı meydandadır. Söylediğimiz kuru bir iddia değildir. Risale-i Nur, Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiri, burhanıdır. Artan bir genişleme ile bütün dünyada okunmaktadır. Avrupalı bir düşünür: “Bediüzzaman materyalizmi ve ateizmi yıkmıştır” demiştir. İslam’a, insanlığa hizmet için uğraşan ve bilhassa bu sahada resmen görevli olanlar: “Derya içinde deryayı bilmeyenler” gibi olmamalıdır. Bu, büyük bir kayıp olur.

Mesela; tefsir ve belagat sahasında çalışan bir zatın, bir ilim adamının; hususiyle 12. Söz, 25. Söz, İşarat-ül İ’caz ve Muhakemat’ı mutlaka okuması lazımdır. 25. Söz, 40 vecihle Kur’an-ı Kerim’in mu’cize olduğunu orijinal tesbitlerle izah ve isbat eder. Kur’an tefsiriyle uğraşan ilim adamlarının bu defineden mahrum kalması önemli bir kayıptır. İşarat-ül İ’caz, Kur’an-ı Kerim’in nazmının da mu’cize olduğunu, harf harf, kelime kelime, cümle cümle örnekleriyle izah ve isbat ediyor.

 
Bediüzzaman usul-ud din ve kelam sahasında hiçbir özenti ve taklide girmeden çok mükemmel bir Kur’ani çığır açmıştır. Külliyat meydandadır, ilim ehlinin araştırmalarına açıktır. Bu araştırmalar doktora tezleri çalışmalarıyla yapılmaya başlamıştır. Cenab-ı Hak (cc) kemale erdirsin.
 Bediüzzaman diyor ki: “Yazılan sözler tasavvur değil tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhudur. Taklid değil, tahkikdir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dava değil, dava içinde bürhandır.” (Yirmi Sekizinci Mektup, Yedinci Mesele.)

Otuzüçüncü Söz’ün Otuzuncu Penceresi’nde, Cenab-ı Hakk’ın varlığının isbatta kelam alimlerinin çok kullandıkları hudus ve imkan delillerini hulasa ettikten sonra, daha evvel söylenmeyen, yepyeni bir izah tarzı getiriyor.
Şu bir gerçektir ki: Marifetullah’ın kaynaklarından olan kainat kitabını, Kur’ani bir bakış açısıyla 
Bediüzzaman kadar mükemmel izah edip anlatan bir müfessir ve mütefekkir yoktur.
Netice olarak, samimi üzüntümü tekrar yad edeyim: Diyanet ve İlahiyat camiası, genelde bu ilim, irfan ve marifetullah kaynağından uzaktırlar. Bulunmaları gereken noktadan uzaktırlar. Bu durum, hizmet adına büyük bir mahrumiyettir. İstisnalar var tabii…

Bu yazdıklarım benim temenni ve niyazımdır. Hiç kimseyi itham etmek aklımın ucundan geçmez.

Tesir Allah'tandır.


RİSALİYA AJANS
Akit gazetesi yazarı Mehtap Yılmaz, bugünkü yazısında Cemaat’e ilişkin çok çarpıcı bir yazı kaleme aldı. Akit yazarı Yılmaz, Cemaat’in Risale-i Nur’u tahrif ettiğini iddia etti.

İşte Akit’te yayınlanan o yazıdan ilgili bölüm:

“(…) Ha bu arada söylesem linç etmeye devam edeceksiniz, söylemesem ölürüm…

Üstüne basa basa “Hizmet hareketi, İslami bir cemaat değildir. İnsani bir cemaattir” diyorsunuz madem, ne işiniz var Risale-i Nur’larla? Risale-i Nur’u sadeleştirme adına “tahrif” etmeye ne hakkınız var?

Hocaefendi, tüm eserlerini Bediüzzaman’ın lisanını öykünerek yazdığı halde, sadeleştirmeye Üstad’ın eserleri yerine neden kendi sohbet kasetlerinden, kitaplarından başlamıyor?

Bediüzzaman Hz.’lerinin kat’i bir biçimde reddettiğini bile bile bu eserler dipten dibe niçin tahrif ediliyor?

Üstadın has tabelerinin, Risale-i Nur otörlerinin ittifakla sizi bundan men etmesine rağmen, Hizmet Hareketi, hangi hakla Risale-i Nur’lar üzerinde tasarrufta bulunup, içindeki cihad kavramını filtre ediyor?

Madem gençler tarafından Üstad’ın dili anlaşılmıyor, sadeleştirerek içindeki hakikatleri imha etmek yerine neden yüzlerce ülkeye Türkçe (!) öğretildiği gibi bu memleketin çocuklarına Bediüzzaman’ın lisanı öğretilmiyor?

Hocaefendi, gençlerin anlaması için Üstad’ın vasiyetini ihlal edecek kadar gözü karaysa, neden kendi yazılarını günümüz Türkçesiyle kaleme almıyor? Neden sıradan bir lisanla konuşmuyor?

Sadeleştirme işi neden ille de Risale-i Nur’lardan başladı? Neden özellikle Risale-i Nurlar tahrip ediliyor?

Üstad’ın talebelerinden Sungur Abi, Risaleleri tahrif edenler için “elleri kırılsın” dediği halde, hangi hakla Risale-i Nur’un üst düzey âlimlerinin tepkisine rağmen “tahrif” cinayetinden geri adım atılmıyor?

Evet sırası… Tam sırası… Ümmete mal olmuş eserlere dokunanlara ayna tutmanın tam sırası! Tüm tehdit ve baskılara rağmen hakkı ve hakikati haykırmanın tam sırası!

Bediüzzaman’ın eserlerindeki CİHAD kavramını kemirenlere, bunu neden yaptınız demenin tam sırası. Cihad kavramı bunca ehemmiyet arz etmişken neden? Müellifin “asla dokunmayın” dediği eserlerini, vefatı sonrası filtre etmek apaçık bir mezar soygunculuğu olduğu halde neden?

Şimdi ya özür dileyip hatanızdan dönün, elinizi çekin Bediüzzaman’ın eserlerinden, yahut Lem’alar’daki dualarla yardım isteyecek; Nur talebeleri Rablerinden...”

Devlet Risale-i Nur bastı --Said Nursi’nin son arzusuna Erdoğan imzası : Bediüzzaman Said Nursi’nin gayeleri arasında, Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmesi bulunuyordu.



Yıllarca Risale-i Nurların yasaklanması için mücadele eden devlet, artık Risale-i Nur basmaya başladı. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından basılan Risaleler Başbakan Erdoğan ve Bediüzaman'ın talebelerinin katıldığı bir programla tanıtılacak.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Risale-i Nur Külliyatı’nın önemli eserlerinden İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsirin basımı tamamlandı.


Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşarat’ü-l İ’caz adlı eser Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından basıldı. Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinin katılımıyla gerçekleşen bir programda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eserin üzerine, “Merhum Üstadımızın arzularının yerine getirilmiş olmasının huzuru içindeyiz. Devamı niyetiyle…” yazarak eseri Bediüzzaman’ın talebelerine takdim etti.

Risaleajans sitesinde yer alan fotoğrafta, Said Nursi’nin talebelerinden Hüsnü Bayramoğlu kitabın üzerine, “Üstadımız Said Nursi Hz.’nin en mühim arzusunun tahakkukunu görmekle bu eserin basılmasına binlerle teşekküler ve çok güzel intizamlı olmasını tebrik eder devamlarını temenni ve niyaz ederiz.” diye yazarken, Abdullah Yeğin de, “Cenab-ı Hak Adil-i Mutlaktır. Acele etmez” ifadelerini kullandığı görüldü.

Mehmet Fırıncı Erdoğan’a iletmişti

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mehmet Fırıncı, Başbakan Erdoğan’la 2012 yılının aralık ayında yaptıkları görüşmede Said Nursi’nin, “Din ilimleri ile fen bilimlerinin birlikte okutulacağı üniversitelerin açılması, Ayasofya’nın tekrar cami olarak ibadete açılması ve Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmesi” talebini ilettiklerini belirtmişti.

Bediüzzaman’ın arzularından biri gerçekleşti

Bediüzzaman Said Nursi’nin gayeleri arasında, Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmesi bulunuyordu.





Görmez Yeni Asya’ya konuştu: Risale-i Nur ümmetin malıdı Diyanet İşleri Başkanı Görmez: Diyanet olarak Risaleleri basmaya devam edeceğiz, ama tekelimize almadan. Çünkü Risale-i Nur ümmetin malıdır.






10 Mayıs 2014 Cumartesi
BANDROL ALAMAMA SIKINTIMIZ YOK

Dünkü “Diyanet de mi bandrol alamıyor?” manşetimiz üzerine Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz’ü arayan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, İşaratü’l-İ’caz için bir bandrol engelinin söz konusu olmadığını ve çok yakında 30 bin adet baskıyı gerçekleştireceklerini söyledi. Eseri Arapça orijinali ile birlikte, Abdülmecid Nursî’nin tercümesini esas alarak tahkikli şekilde hazırladıklarını belirten Görmez, “Bu vesileyle bir müjde daha vermek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye’yi de yayına hazırladık ve yakında basacağız” dedi.

SORUN BİR AN ÖNCE ÇÖZÜLMELİ

Üstad Bediüzzaman’ın “Risaleler Diyanet’in malıdır” sözünden hareketle eserleri basmaya karar verdiklerini ifade eden Görmez, “Ancak bunu yaparken Risale basımını tekelimize almayacağız. Çünkü Risale-i Nur ümmetin malıdır” diye konuştu. Risale neşriyatında önemli olan hususun, eserlerin aslı muhafaza edilerek basılması olduğunu vurgulayan Görmez, bandrol problemiyle ilgili olarak da, “Mahkeme safahatının bir an önce sonuçlanmasını ve sorunun en kısa zamanda çözüme kavuşmasını temennî ediyoruz” ifadesini kullandı.



Risale-i Nur sadeleştirilemez; sadece şerh ve izah edilebilir




SADELEŞTİRME, ŞERH VE İZAH


Risale-i Nur’un Lem’alar isimli mecmuasının sadeleştirilerek basılması üzerine, Bediüzzaman’ın manevî varisleri bu sadeleştirilmeyi uygun görmediklerini ifade eden beyanlarda bulunmuşlardı. Bediüzzaman’ın kanunî varislerinden Seyda Ünlükul da, onları açık bir şekilde destekleyen açıklamalar yapmıştı. Bu kez sadeleştirilmiş Sözler’in basılması üzerine konu yeniden gündeme geldi. Konu ile alâkalı olarak çok sayıda karşılıklı değerlendirmeler yapıldı. Bütün bu açıklama ve değerlendirmelerde, özetle, bizzat Bediüzzaman’ın eserlerin şerh ve izahı dışında başka bir şeye müsaade etmediği; sadeleştirmenin eserleri tahrif edeceği ve benzeri gerekçelere dayanılırken; sadeleştirmeyi yapanlar tarafından ise, eserlerin çok sayıda dile tercüme edildiği, bu sebeple sadeleştirilebileceği gerekçesi ileri sürüldü. Tartışmalar bu minval üzere devam etmektedir.

Sadeleştirme şerh ve izah değildir. Sadeleştirmeden amacın, eserlerdeki günümüz dilinde kullanılmayan kelimelerin günlük dilde kullanılan karşılıkları ile yer değiştirilerek, güya eserlerin anlaşılmasını sağlamak olduğu savunulmaktadır. Bu durumda, sadeleştirilmiş baskılar bunu temin ediyor mu, somut olarak misallerle, bunu ortaya koymak gerekiyor. Lehte ve aleyhte genel gerekçeler yerine, bizatihî sadeleştirilmiş eserden ve orijinalinden örnekler vererek konuya açıklık getirmek daha yararlı olacaktır. Bunun için sadeleştirilmiş eserleri okumak ve orijinali ile karşılaştırma yaparak aynı manayı, aynı intikali sağlayıp sağlamadığı, ne derecede anlam kaybı oluştuğu ve bu anlam kayıplarının eserlerin genel sistematiği içinde nasıl mahzurlara yol açtığını görmek ve göstermek konuya açıklık kazandıracaktır.

KAVRAMLAR, KELİMELERE İNDİRGENEMEZ



Somut örnekler vermeden önce, birkaç hususa işaret etmek gerekir. Risale-i Nur bir kelimeler değil kavramlar mecmuasıdır. Çünkü bir Külliyat’tır. Külliyat demek, bütün kelimeleri, kavramları, paragrafları, bölümleri kitapları birbirine entegre demektir. Bir kavramı değiştirdiğinizde, bütün sistem bozulur ve külliyat özelliğini yitirir. Risale-i Nur’dan bir kavramı, bir cümleyi tam anlasak, belki onlarca, yüzlerce sayfa mana, hakikat inkişaf eder. Eğer Risale-i Nur’daki bir kavrama, kelime muamelesi yapar ve bu kavramı kaldırıp, anlamını günlük dildeki bir kelimeye indirgersek, bu kavramla anlatılmak istenen manaların anlaşılması bir yana, bu manaların akla gelmesi imkânını dahi ortadan kaldırmış oluruz. Çünkü, kavramı çözerek o kavramın anahtarı olduğu, kapısı olduğu manalara ulaşmaya çalışabiliriz. Ancak, kavram yok edilmiş ve yerine bir kelime konulmuş ve bu kelime de o kavramın anahtarlık ettiği manalara kapı açmıyorsa, artık ne anahtar ve ne de bu anahtar ile açılacak kapı ve arkasındaki mana hazinelerinden bahsetmek imkânsız hale gelmiş olur.

Risale-i Nur tevhid-i hakikiye dair hakikatleri formüle etmiştir. Bu tevhid formüllerinde bazı kavramlar temel rol oynar. Bu kavramlar değiştiğinde formül de bozulmaktadır. Çünkü, bir cümle içinde nasıl ki kelimelerin etkileşimi varsa, öyle de kavramların etkileşimi de vardır. Eserin bir yerinde yer alan kavram, bütün eser içinde bir anahtar rolü oynar. Bütün eserin sistematik bütünlüğünü inşa eder. Bu bütünlük perspektifi ile eserde anlatılan hakikatlere intikal edilir. Çünkü, aynı kavram eserin çok farklı yerlerinde öyle manaları inşa eder ki, bir ağacın bütün cihazatı ile meyveye müteveccih olması gibi, bu manalar da büyük manayı (tevhid-i hakikîyi) idrake müteveccih olarak adeta birer mana cihazı olarak eserin içine yayılmıştır. Hoyratça bu kavramları tahrip etmek, değil o eseri anlaşılır kılmak, bilâkis, o eserin anlaşılmasının önüne aşılmaz bir duvar örer.

SADELEŞTİRME VE TERCÜME

Bir eserin sadeleştirilmesi ile yabancı bir lisana tercümesi ise farklı bir şeydir. Tercümede kelimelerin karşılıkları değil, manaların karşılıkları esastır. Sadeleştirmede ise, kelime karşılıkları esastır. Zaten, Bediüzzaman şu anda sadeleştirme adı altında değiştirilen kelimeleri biliyordu ve eğer anlatmak istediği manaları karşılayabilseydi, bu kelimeleri kullanırdı. Hatta, çoğu yerde eş anlamlı kelimeleri birlikte de kullanarak eserleri içine bir nev’i lügatını da koymuştur: Meselâ, havf ve korku kelimelerini aynı yerde ve peş peşe kullanmıştır. Çünkü, havf bir kavram değil, kelimedir ve korku kelimesi ile eş anlamlıdır.

Sadeleştirilen eserlerde, “sadece kelime karşılığı değil, mana karşılığı da gözetilmiştir” denilebilir. Bediüzzaman, Risale-i Nur’da “Konuşan yalnız hakikattir” diyor. Bizim anladıklarımız ise, hakikat değil, nisbî hakikattir. Ay, Güneş’in hakikatini ne kadar aksettirebilir ki? Elbette hiç aksettiremez demiyoruz; ancak kabiliyeti nisbetinde aksettirecektir. Bu sebeple, Ay, Güneş’in hakikati benim aksettirdiğim kadardır diyerek, bu hakikati kendi mazhariyetine tahsis edemez. Güneşin hakikatini, kendi mazhariyeti ile tahdit edemez. Bu sebeple, eserleri sadeleştirenlerin ilmî mertebeleri, anlaşılır kılmaya çalıştıkları hakikati, kendi ilmî mertebeleri ile mütenasip olarak tahdit edecektir. Bu tahdit, hakikat ile hakikati arayan arasına giren bir berzahtır. Sadeleştirme adı altında hakikati arayanların önüne böyle aşılmaz berzahlar koymak, hakikati anlaşılır kılmak adına, büyük bir hata olacaktır.

İncil neden 75 adet olarak farklılaşmış ve İznik Konsilinde sayısı dörde indirilmiştir? Matta İncili, Yuhanna İncili, Barnabas İncili v.s. Yani, kaleme alan adedince İncil taaddüt etmiştir. Kişiler adedince farklılaşmış İncil’ler. Aynı şekilde Risale-i Nur da farklı kişilerce sadeleştirilse, o kişiler adedince farklı Risale-i Nur ortaya çıkacaktır. Hangisi hakikattir? Her biri, hakikat değil, nisbî bir hakikat olacaktır. Çünkü, sadeleştirenin ilmî mertebesine ve nakiselerine izafi olarak hakikate âyinedarlık edecek veya hakikati perdeleyecektir. Yani bir eserin sadeleştirilmesinin sağlayacağı fayda, sadeleştirenin aynasında görünenle sınırlı kalacaktır. Sadeleştirmede, o eserin mütekellimi değişmekte, müellif değil, sadeleştiren giderek müellifin yerini alarak, müellifi tebei bir konuma itmektedir. Keza, esere tutulan aynalara göre çeşitlenen görüntülerin giderek eserin yerini alması sonucunu doğuracaktır. Böylece, Risale-i Nur’un mesleği olan veraset-i Nübüvvet’in yerini, veraset-i şahsiyet alacaktır. Bu ise, hakikat odaklı dâvâyı, nisbi hakikat; yani şahıslar odaklı dâvâlara indirgeyecektir. Hakikatlerin yerini nisbi hakikatler alacak, nisbi hakikatlere hakikat payesi verilecektir.





Said Nursi kimdir : Said Nursî, yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden biridir


1876’da Bitlis’in Hizan kazâsına bağlı İsparit nâhiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 23 Mart 1960’da Şanlıurfa’da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.


Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibâren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır.Gençlik yıllarını alabildiğine haraketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, “Bediüzzaman” , yani “çağın eşsiz güzelliği” lâkabı ile anılmaya başlamıştır.

Said Nursî medrese eğitimiyle dini ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış; bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarurî ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907’de İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da da ilim dünyasına kendisini kısa sürede kabul ettiren Said Nursi, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul’u çalkalayan hürriyet ve meşrûtiyet tartışmalarına katılmış; meşrûtiyete İslam nâmına sahip çıkmıştır. 1909’da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hadiseden sonra İstanbul’dan ayrılarak şarka geri dönmüştür.

Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van’da bulunan Said Nursi, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdâfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta bir çok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya’da esâret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’da devlet ricalinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü’l-Hikmeti’l İslamiye âzâlığına tayin edilmiştir. Bu devrede, resmî vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Said Nursi, İstanbul’un işgâli sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin plânlarını bozmuştur. Kezâ, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu’daki kuvâ-yı milliye hareketini “isyan” olarak vasıflandıran şeyhülislâm fetvasına karşı, mukabil bir fetva vererek millî kurtuluş hareketinin meşrûiyetini îlân etmiştir. Bu hizmetleri Anadolu’da kurulan Millet Meclisi’nin takdirini kazanmış ve Said Nursi bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara’ya dâvet edilmiştir.

Bu mükerrer dâvetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara’ya gelmiş ve Meclis’te resmî bir “hoşâmedî” merâsimiyle karşılanmıştır. Ankara’da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak Meclis âzâlarına dağıtmıştır. Bu beyannâmede yeni inkılâbın mîmarlarını İslam şeâirine sahip çıkmaya çağırmış; akabinde Mustafa Kemal’le bir kaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umumî vâizliği, milletvekilliği ve Diyanet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Said Nursi bu teklifleri kabul etmeyerek Van’a dönmüştür.

O sıralarda çıkan Şeyh Said hâdisesiyle hiç bir ilgisi olmadığı, hattâ hâdise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said’i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Said Nursi hâdise sonrasında, Van’da ikâmet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur’a, oradan da Isparta’nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada “mânevî cihad” hizmetini başlatmış, birbiri peşi sıra telif ettiği eserlerde îman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmanını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000’i bulmuştur. Başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935’te Eskişehir, 1943’de Afyon, 1952’de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Bunlardan netice alınamamış, ancak Said Nursi yine rahat bırakılmamış; Kastamonu’da, Emirdağ’da, Isparta’da sıkı tarassud ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.

Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Said Nursi ,buna rağmen, îman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur Külliyatı’nı tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Kur’ân’ı bu asrın idrâkine uygun ve ikna edici bir üslupla izah ve ispat eden ve vehbî olarak kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatını en güzel meyvesidir.

Hz. Hüseyin’in Fedaisi : Muhtar (HD) Tüm Bölümler

Hz. Hüseyin’in Fedaisi : Muhtar (HD) Tüm Bölümler
Herkesin izlemesi gereken filmlerden biri olan 40 bölümlük bu efsane filmi HD kalite ile 

İran Radyo ve Televizyon Kurumu’nun bir yapım eseri olan dizi, İmam Hz. Hüseyin’in katillerinden öç almaya çalışan Muhtar Segefi’nin hayat öyküsünü ve Emevilere karşı kıyamını işlemektedir. 40 bölümlük bu dizinin yönetmeni Davood Mirbageri’dir. Dizinin yapımı 9 yıl sürdü. Bu dizide 110 baş aktör ve 400 figüran rol almıştır. Dizi yayınlanmaya başlamasıyla birlikte Arap ülkelerinde ve ülkemizde büyük beğeni ve çok sayıda izleyici toplamayı başarmıştır.

Yapım Yılı : 2010-11
Bölüm-Süre : 40×50’
Yönetmen : Davood Mirbagheri
Görüntü Yönetmeni : Azim Javanrooh
Oyuncular : Fariborz Arabnia, Reza Ruigari, Amin Zendegani,
Hedyeh Tehrani, Jaleh Ollov

1. BÖLÜM


40 . FİNAL BÖLÜM


Hz. Hüseyin’in Fedaisi : Muhtar (HD) Tüm Bölümler : 1 ve 40.Bölüm






KÜRT KARDEŞLERİMTÜRK KÜRDÜ SEVECEK,KÜRT TÜRKÜ SEVECEK : AK Parti döneminde Kürt meselesinde pek çok adım atıldı. Atılmaya da devam ediliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Başbakan Davutoğlu da Kürtler için büyük bir şanstır.


Güneydoğu’da özerk hatta ayrı bir devlet kurmak için hareket eden PKK içinde güçlü bir lobi var.

Bunlar Türkiye’yi hatta Türkleri sevmiyorlar.

Bu belli.

Onlara söyleyecek bir şey yok. Zaten ikna etmek de imkansız. Ama Kürt kardeşlerimizle dertleşmeye ihtiyacımız var.

Güneydoğu’da Türkiye’den ayrı bir düzen kurulduğunda ne olacak.

İnanın PKK’nın tesis edeceği düzen Stalin düzeninden farklı olmayacak.

Kürtler tek parti düzeninden daha beter baskı altına girecek, bölgede sosyal yardımlar duracak, ekonomik olarak da özgürlükler olarak da felaket durumlar ortaya çıkacak.

Yetkiyi hiçbir kanundan ve nizamdan almayan sadece kendisinden alan bir grup türedi. Mahkemeler kuracak, yargılamalar yapacak, cezalar kesecekler.

Kürtler için Güneydoğu yaşanmaz bir hale gelecek.

Uygulamaları şimdiden görülüyor.

Kendi istedikleri doğrultuda hareket etmeyenler, kırsala götürülüp, sözde yargılanıp, işkenceden geçiriliyor, mallarının bir kısmı ölüm korkutmasıyla elinden alınıyor.

Tarihin en vahşi düzenlerinden birisi inşa edilecek.

Alternatifimiz yok değil. Bir arada yaşamak için artık Kürtlerin atması gereken adımlar var. PKK’yı reddederek sivil alana yönelmeleri gerekiyor. Kolay değil. Bölgede PKK baskısı çok yüksek.

Burada inisiyatif Batı’daki Kürt işadamları, aydınlar ve kamuoyuna düşüyor.

Şimdilik onlardan çıt yok. Ama büyük yanlış ve duyarsızlık içindeler. Güneydoğu’daki karışıklıklar ve yükselecek tansiyon en çok Batı bölgelerindeki Kürtleri etkileyecektir.

AK Parti döneminde Kürt meselesinde pek çok adım atıldı. Atılmaya da devam ediliyor. Sivil hayatın ipine sarılmak gerekiyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Başbakan Ahmet Davutoğlu da Kürtler için büyük bir şanstır.

Güneydoğu’daki Kürtler üzerindeki baskıyı ancak Batı Bölgelerindeki Kürtler kırabilir. Batı bölgelerindeki Kürtlerin üzerinde ise biz gazeteciler ve düşünürler baskı kurup harekete geçmelerini sağlamak durumundayız.

Her şeyi devletten bekleyerek bu sorunu çözemez, bu yangını söndüremeyiz.

Devlet ve millet vahdetini sağlayarak ilerlemeli, pek çok sorunla birlikte kanayan bu yaramızı tedavi etmeliyiz.

Bölgemizde bu kadar çok sorun ve dert varken, kendi içimizde birbirimizi yiyerek, enerjimizi birbirimize harcayarak, normal zamanlardan çok daha büyük felaketlerle karşılaşabiliriz. Hiç sırası değil.

“Urvetül vüska”nın, kardeşliğin, vahdetin ipine sarılarak, sivil alanda kalarak ve gelecekte neler olacağını hesap ederek hareket etmeliyiz.

Bin yıllık Türk-Kürt kardeşliği pek çok şeyin üstesinden geldiği gibi bunun da üstesinden gelecektir.

YENİAKİT / Yener Dönmez

Başbakan Erdoğan,
Van’ın Erciş ilçesinde düzenlenen mitingte kalabalığa seslenen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 'Türk, Kürdü sevecek, Kürt, Türkü sevecek' dedi.



27 Ekim 2014 Pazartesi

KIRMIZI KİTAP : Gizli Anayasa" olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, devletin iç ve dış tehditlerle ilgili algılarını MGSB'nin içeriği devlet sırrı olduğu için açıklanmıyor.


Resmi adı; Milli Güvenlik Siyaset Belgesi.
Milli Güvenlik Kurulu tarafından hazırlanıyor.
Devletin "gizli anayasası" olarak nitelendiriliyor.



Kırmızı Kitap konusundaki en ayrıntılı bilgiyi, Turgut Özal'ın başbakanlığı döneminde Başbakanlık Müsteşarı olarak görev yapan Hasan Celal Güzel vermişti. Güzel, 2003 tarihli bir söyleşide Kırmızı Kitap’tan "devletin gizli anayasası" olarak bahsetmiş ve şunları söylemişti;

 "Bu, anayasa büyüklüğünde kabı kırmızı olan 'Milli Siyaset Belgesi'dir. Bu kitabı devlete ancak müsteşar olduktan sonra görürsünüz. Kırmızı Kitap bakanlara verilmez, müsteşarlara verilir. Çünkü devletin asıl sahibi bürokrasidir, bakanlar değildir. Bakanlar, idare edilmesi gereken çocuklardır. Ben bakan olup da kırmızı kitaptan haberdar olana pek rastlamadım. Bu kitap MGK'da son haline getirilir. Başbakanlık müsteşarı olduktan sonra bir MİT mensubu geldi bana. Evvela arkadaki odaya kozmik evrakı saklamam için koca bir kasa koydular. Sonra da ilk kozmik evrak olarak kırmızı kitabı getirdiler." 

Devletin gizli anayasası olarak nitelendirilen Kırmızı Kitap, yeniden güncelleniyor! 


"Kırmızı Kitap" ya da "Gizli Anayasa" olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, devletin iç ve dış tehditlerle ilgili algılarını ortaya koyan ve gizlilik derecesi "GİZLİ" olarak tanımlanan bir belge. MGSB'nin içeriği devlet sırrı olduğu için açıklanmıyor.

 Belgede Türkiye'nin bugün ve gelecekte karşılaşabileceği güvenlik sorunları değerlendiriliyor, milli güvenlik siyasetinin esasları ortaya konuyor. MGSB'nin oluşturulmasında MGK Genel Sekreterliği rol oynuyor. 

İlgili kurum ve kuruluşlardan görüşler alındıktan sonra oluşturulan nihai metin MGK'ya getirilerek ele alınıyor. MGK, gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra metni onaylıyor ve Bakanlar Kurulu'na tavsiye karar olarak iletiyor. MGSB, içeriğinde demokrasiyle bağdaşmayan bazı hususlar olduğu gerekçesiyle son olarak 2010'da değiştirilmişti. 


İLK SİNYALİ ERDOĞAN VERMİŞTİ Kırmızı Kitap'a paralel ayarını!
"Ulusal güvenliği tehdit eden unsur" sayılan paralel yapı ay sonundaki MGK'da öncelikli tehdit olarak kabul edilecek

 

De vletin zirvesi, 30 Ekim'de yapılacak MGK'da, Suriye ve Irak'ta yaşanan gelişmelerin yanı sıra paralel yapıyla mücadeleyi de masaya yatıracak. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bunun işaretini geçtiğimiz günlerde Rize'de, "Paralel yapı ve uzantıları bundan sonra çok farklı bir yere oturtulacak ve bu ay sonundaki Milli Güvenlik Kurulumuzun yine gündeminde yer almak suretiyle onlarla ilgili çok daha farklı bir adımı atacağız. Türkiye'de devlete alternatif bir adım atılamaz. Buna müsaade etmeyeceğiz" diyerek vermişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu açıklamasının ardından MGK'nın paralel yapıyla ilgili nasıl bir adım atacağı tartışma konusu yapılmıştı. Paralel yapının terör örgütleri arasına alınacağı da iddia edilmişti. Ancak kaynaklar bu iddiayı doğrulamadı. Bunun yerine MGK'nın paralel yapıyı "ulusal güvenliği tehdit eden unsurlar" arasına alacağı ve "öncelikli tehdit" olarak kabul edeceği belirtiliyor. 

GÜLEN CEMAATİ KIRMIZI KİTAP'A GİRERSE NE OLUR?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gülen Cemaati'nin Milli Güvenlik Kurulu'nda (MGK) ulusal güvenliği tehdit eden unsurlar arasına alınmasının uluslararası alanda da yankılanacağını söyledi.
, Afganistan'dan İstanbul'a dönüşü sırasında cilere şu açıklamayı yapmıştı:
DÜNYANIN CEMAATE BAKIŞI DEĞİŞİR

Onlarca ülkede faaliyet gösteren Gülen Cemaati'nin zor durumda kalacağını ima eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Bu neyi getirir, bu yargının da uluslararası camianın da bu tür olaylara bakınışı değiştirir, önemli bir adımdır bu. Dostluk, kardeşlik bağlarıyla birbirine bağlı olduğunu söyleyen ülkeler bu tür şeylerde o ülkenin gerek Bakanlar Kurulu gerekse Milli Güvenlik Kurulu gibi önemli bir kurumunun almış olduğu kararı veya tavsiyeyi gözardı etmezler" dedi.



MGSB DEĞİŞECEK 


DEVAMI

Bu çerçevede MGSB'de de değişikliğe gidilecek. MGSB'de öncelikli tehdit olarak kabul edilecek paralel yapıyla ilgili bir tanımlama yapılacak. Kamuoyunda paralel yapı olarak adlandırılan oluşum için MGSB'de farklı bir tanımlama yapılacağı ve paralel yapının "devlet içinde illegal bir şekilde örgütlenerek devleti ele geçirmeye çalışan unsurlar" tanımlamasına benzer bir çerçeve içine oturtulacağı ifade ediliyor. Tanımlamaya son şeklinse MGK toplantısında verileceği belirtildi.

"KIRMIZI KİTAP'A AYKIRI YASA ÇIKARILAMAZ"  

Turgut Özal'ın başbakanlığı döneminde Başbakanlık Müsteşarı olarak görev yapan Hasan Celal Güzel bir söyleşisinde Kırmızı Kitap ile ilgili önemli açıklamalarda bulunmuştu.

Güzel, 2003 tarihli bir söyleşide Kırmızı Kitap'tan "devletin gizli anayasası" olarak bahsetmiş ve şunları söylemişti; "Bu, anayasa büyüklüğünde kabı kırmızı olan 'Milli Siyaset Belgesi'dir. Bu kitabı devlete ancak müsteşar olduktan sonra görürsünüz. Kırmızı Kitap bakanlara verilmez, müsteşarlara verilir. Çünkü devletin asıl sahibi bürokrasidir, bakanlar değildir. Bakanlar, idare edilmesi gereken çocuklardır. Ben bakan olup da kırmızı kitaptan haberdar olana pek rastlamadım. Bu kitap MGK'da son haline getirilir. Başbakanlık müsteşarı olduktan sonra bir MİT mensubu geldi bana. Evvela arkadaki odaya kozmik evrakı saklamam için koca bir kasa koydular. Sonra da ilk kozmik evrak olarak kırmızı kitabı getirdiler."   Güzel, aynı söyleşide, Milli Siyaset Belgesi'ne aykırı yasa çıkarılamayacağını da vurgulamıştı; "Bu kitap gerektiğinde 'gizli anayasa' gibi kullanılıyor ve engelleyici oluyor. 'Milli Siyaset Belgesi'nin falanca maddesine uymuyor' denildiğinde, o kanun veya kararname çıkarılamıyor. Yani ikinci bir anayasa olarak Demokles'in kılıcı gibi üzerinizde sallanıyor."


4 ülke düşman listesinden çıkarılıyor
'Türkiye'nin gizli anayasası 'kırmızı kitap'ta Yunanistan, Rusya, İran ve Irak artık Türkiye'nin düşmanı değil.


Yunanistan'la savaş nedeni sayılan 12 mil sorunu da öncelikli tehdit listesinde yer almıyor.
'Türkiye'nin gizli anayasası' veya 'kırmızı kitap' olarak da bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) yeni dönemde değişiyor.

Yeni MGSB yıl sonuna doğru tamamlanacak ve Aralık ayındaki Milli Güvenlik Kurulu'nda (MGK) onaylanacak.

Geçmişte ‘tehdit’ kapsamında sıralanan 4 komşu ülke listeden çıkıyor. Yeni metinde Rusya, Yunanistan, Irak ve İran, öncelikli tehdit yerine, işbirliği ve “ortak vizyon” oluşturulan yeni müttefikler olarak tanımlanıyor.

Beş yılda bir güncellenen ve en son 2005'te yazılan belgede, Yunanistan'ın karasularını 12 mile çıkartması "casus belli-savaş nedeni" sayılıyordu. Yeni belgede Türkiye ile Yunanistan arasında yıllardır savaş nedeni olarak gösterilen 12 mil sorunu, öncelikli tehdit olarak tanımlanmayacak.

Yeni belgede en önemli ayrıntılardan birisi de İran. Taslağa göre, yeni belgede İran'dan kaynaklanacak bir rejim ihracı tehdidi de yer almıyor. İran'ın nükleer gücü ve nükleer silah kapasitesi endişe verici bir unsur olarak dile getiriliyor.

Belgede Yunanistan, İran, Irak'tan kaynaklanan tehditler yerini karşılıklı ekonomik işbirliğinin arttırıldığı vizyona bırakıyor. Irak ile oluşturulan işbirliği konseyine ve artan diyalog sürecine atıfta bulunulan Kırmızı Kitap'ta bu ülkeden kaynaklanan PKK terörü tehdit olarak sıralanıyor.

Taslakta, Rusya’yla ekonomik işbirliği, ticaret, enerji potansiyeli ve Kafkaslar'da istikrar konusunda ortak vizyon vurgulanıyor.

Yeni kırmızı kitapta Türkiye'nin AB hedefinin devlet politikası olduğu tekrarlanırken Kıbrıs'ta iki kesimli çözüm hedefi değiştirilmiyor.

Mevcut MGSB'de Türkiye'nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar, 'irtica, bölücülük ve aşırı sol' olarak sıralanıyordu. Ancak yeni belgede irtica iç tehdit olmaktan çıkarılıyor.




ÜÇ ADET 'İÇ TEHDİT' VAR

Mevcut belgede, Türkiye'nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar, irtica, bölücülük ve aşırı sol akımlar olarak sıralanıyor. 'Bunlarla mücadele ederken temel evrensel değerlerden vazgeçmemelidir' denilen belgede, 'aşırı sağ' tehdit olarak yer almıyor. İç tehditlerle ilgili izlenmesi gereken yol haritası ise belgede şöyle çiziliyor:

- Türkiye Cumhuriyeti etnik temele dayalı olarak kurulmamıştır. Kuruluş esası, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dildir. Atatürk'ün 'Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir' sözü temel bir ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan herkes ülkenin esas unsurudur.

- Atatürk'ün, 'Millet; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasi ve sosyal bir birliktir' sözü bugün de geçerli olan, çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşımdır.
Bu bağlamda mahalli dil ve kültürler bireysel özgürlük kapsamındadır. Bu özgürlüklerin kötüye kullanılmaması önem taşımaktadır. Bölücü
örgütün bu unsurları kendi amaçları
doğrultusunda kullanmamasını sağlamak gereklidir.

DİNİ DUYGULAR İNCİTİLMEMELİ

- İrticai faaliyetler içte ve dışta sürmektedir. Bunlarla mücadele ederken, toplumun dini duygularını incitmemeye özen gösterilmelidir. Bu bağlamda toplumun dini duygularını kullanmak isteyenlere izin verilmemelidir.
- Anayasa'da dikkat çekilen İnkılap Kanunları'nın ödün vermeden uygulanması gereklidir. Din eğitimi, devletin üstlenmesi gereken bir işlev olarak devam etmelidir.


******************

PARALEL YAPI KIRMIZI  KİTAPTA

Ersoy Dede


30 Ekim MGK’sı her bakımdan çok önemli. Bir defa Erdoğan, ‘Cumhurbaşkanı’ sıfatıyla ilk kez MGK’da olacak. Bunun da ötesinde bölge çok sıcak. Gerek içeride şiddet eylemleri gerekse bununla bağlantılı olarak Kobané meselesi şüphesiz MGK’nın ana gündem maddesi. Ancak kamuoyunun asıl önemsediği konu, paralel devlet yapılanması ile ilgili olarak MGK’nın gündemine gelecek olan maddeler.. 
Dün bir profesör, cemaatin gazetesinde, MGK’nın paralel yapıyı gündemine alacak olmasına ilişkin; “.... ‘MGK Kimin Güvenliğini Sağlıyor’ başlığı altında, Cumhurbaşkanı’nın Cemaat’e karşı kişisel husumeti olduğu ortada, bu devlet de bu devletin güvenliği de kimsenin kişisel hırsına ve hesaplarına feda edilemeyecek kadar önemli olmalı......” demiş.. Önce bu cümle nedeniyle bir teşekkür etmeliyiz. Sahiden de son derece isabetli bir tespit. Sahiden biri Fethullah Gülen’e bu tespitten söz etti mi?..Emniyet’te, yargıda, bürokraside, TRT’de, hastanelerde, okullarda böylesine aidiyet-mensubiyet saikiyle yayılıp dururken, sahiden de, devletin kimsenin şahsi hırs ve hesaplarına feda edilemeyeceğini düşündüler mi?..  Mit Başkanı’nı tutuklamaya kalkarken, Başbakan hakkında ‘dönemin Başbakanı’ diye fezlekeler yazarken, tamamen dış istihbarat bilgilerini toplayıp depolarken, Bakanından Cumhurbaşkanına,  herkesi tek tek dinlerken akıllarına geldi mi bu devletin kimsenin şahsi hesaplarına feda edilemeyecek bir devlet olduğu... Atladılar sanıyorum işin o kısmını.. 
Gelelim sözünü ettiği ‘şahsilik’ hadisesine.. Hoca biliyor elbette bilmez mi, bunun dersini verdi yıllarca üniversitede. Okurlarını yanıltmaya çalışıyor. MGK, bir tavsiye meclisidir. 
Aldığı kararlar, niteliğine göre; TBMM’ye yahut Hükümet’e yollanır. Ondan sonrası zaten anayasal prosedürdür.. Diyeceksiniz ki ‘28 Şubat Darbesini yapan bir yere tavsiye meclisi denir mi?’ Elbette denir. Zira darbeyi MGK değil, Erbakan’dan hükümeti alıp mecliste grubu dahi olmayan milletvekillerine hükümet kurma görevi veren Süleyman Demirel yaptı. Bunu hep söyledim. Ama dönemin şartları elbette MGK’yı da bugünküyle kıyaslanmayacak ölçüde kudretli kılıyordu. Onu da görmezden gelemeyiz. Ancak bugün de, o gün de işleyişin bir yasal akışı vardı. Okurlarını yanıltmak isteyen yazara hatırlatmak gerekir. Örneğin paralel yapının tir tir titrediği Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ya da bilinen adıyla ‘Kırmızı Kitap’.. Devletin Milli Güvenlik Siyaseti… 2945 sayılı MGK yasasında tanımlanan belge, yol haritası.. MGK’da müzakere edilerek ‘Milli Güvenlik için tehdit’ yahut ‘risk’ olarak algılanabilecek başlıklar konusunda tavsiye kararı çıkarılır.. Karar hükümete yollanır. Bakanlar Kurulu’na girer. Orada da görüşüldükten sonra Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne geçer. Kimsenin kişisel hırs veya hesabıyla değil, güvenlik ve tehdit algılamalarıyla hareket edilir. 


Örneğin orada şu sorunun yanıtı aranır; Kim MİT Tırlarını durdurdu? Kim Suriye konulu gizlilik seviyesi en yüksek düzeyde olan toplantıyı dinleyip seslerini servis etti? Kim bu ülkenin Başbakanını, Cumhurbaşkanını, Bakanlarını, Valilerini dinledi?. Sesleri kaydetti, sakladı, ihtiyaca göre montajlarla yeni cümleler oluşturdu ve servis etti?.. Bu ve buna benzer onlarca soru var cevabı aranacak.. Bu cevaplara binaen elbet bir güvenlik ve tehdit algılaması varsa buna yönelik adım atılması istenir. Kim ister, Cumhurbaşkanı mı?.. Hayır.. Ben isterim.. Bir fert, yurttaş olarak. Cumhurbaşkanı’ndan, Başbakan’dan isterim. Kendimi güvende hissetmek isterim. 
Vatandaşın, MGSB’nin değişmesi yönündeki talebi yeni değil. Bakın AK Parti, 17 ve 25 Aralık Darbe Girişimi süreçlerinin ardından iki seçime girdi. 30 Mart ve 10 Ağustos.. Her iki seçimde de Erdoğan meydanlara çıktı ve yüksek perdeden “inlerine gireceğiz” dedi, doğru mu?.. Ve vatandaş, bu seçim vaadi karşılığında her iki seçimde de tercihini ‘paralel yapıyı yok etmek’ten yana kullandı. Herkes biliyordu ki, seçimler, paralel yapıyla mücadelenin en belirgin kırılma noktalarıydı. İşte o seçimlerden sonra bugün vatandaş soruyor; “hani inlerine giriyordunuz, ne oldu?” diye.. MGSB işte o inlerin dış kapı anahtarı. Devletimize rağmen, kendi kurallarıyla ‘devlet’ tesis etme gayretinde olanların, bulunup yok edilmesi noktasında atılacak en güçlü adım. Kalın sağlıcakla.
  

***********




Paraleli 'Kırmızı Kitap' telaşı sardı

Son MGK toplantısında, Paralel Yapı ile mücadele konusunun “Kırmızı Kitap” olarak bilinen siyaset belgesine gireceğinin açıklanması paralel tetikçileri kudurttu. Zaman’ın İsrail aşığı yazarı Kerim Balcı, MGK’da alınan karar sonrası, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’na hakaretler yağdırdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Evliya olabilecekken eşkıya defterine yazdırmışsın adını, ah biçare!” diye saldıran biçarenin yanı sıra Paralel Yapı’nın “Korucu”su ve Ankara Mümessili’nin de ‘Kırmızı Kitap’tan dem vurması, Paralel Yapı’nın iyice zıvanadan çıktığının göstergesi oldu.


Zaman senin hakkındaki hükmünü değiştirmiş, ne çare! Evliya olabilecekken eşkıya defterine yazdırmışsın adını, ah biçare!Kazanma kuşağında kaybettin, kaybettirdin şu mazlum millete... Bilmem ki cibilli mi halin, yoksa sonradan mı kapıldın bu illete...
(...) Dönüp örgüt desen, güvenlik tehdidi desen, terörist desen inanan olmaz? Biz, kırmızı kaplı kitaplardan okumuşuz, Kırmızı Kitap’ta işimiz olmaz.
Uğraş, daha gücün kaldıysa, uğraş bizimle, tâ esbâb bi-külliye sükût edene kadar... Şartlar dayanılmaz olsa, ıztırar hali yaşansa, kaçacak köşe kalmasa ne yazar! (...)
Bu defa Mevla’nın başımıza sardığı imtihan belası sensin... Kartalı kırlangıca musallat eder ki Mevla, kanatları güçlensin... Hakk’ın rızasına giden bu Hizmet yolu uzundur, çilelidir, hedefe kolay varılmaz... Biliyoruz, arkamızdan Firavun’un ordusu yetmedikçe, önümüzde denizler yarılmaz...
(...) Mağduruz, mazlumuz, binler elhamdülillah! Susarak dahi zalimlerden olmaktan korusun Allah... Zinhar! Mazlumiyetimizi mahcubiyete tahvil etmeyeceğiz... Sokakları sen ve büyülenmiş takipçilerine terk etmeyeceğiz... Şimdi Zaman Hervelesi mevsimindeyiz, başımız dik, bakışlarımız vakur... Kapı kapı dolaşacağız memleketi, sen istediğin planı yap, istediğin tuzağı kur! Biz, herkesin müdafaadan ümidi kestiği yerde taarruzu başlayan bir milletin ahfadıyız; bütün âlem düşman kesilse bize, bu yoldan dönmeyeceğiz, kararlıyız...
Anlamıyorsun değil mi, yok olmaktan korkmuyor bu cemaat, yokluğumuzda biliyoruz şart-ı izhar-ı vücudunu Rabb’in! (...) Çarpıyorsun, bölüyorsun hâlâ kafanda bizi; boşa gayret! Sıfıra çarpan çarpılır, olur sıfır... Sıfırı bölmeye uğraşıyorsun ya, hayret!
Kerim Balcı / ZAMAN