29 Kasım 2014 Cumartesi

Gelenler - 41 - Soylar




Noreagaaa ve Achernahr takma adlı iki araştırmacının, Hashemsfilms,
Kur'an-ı Kerim, İncil ve Tevrat'tan ilham alarak yaptığı dünya dinlerindeki
Anti-Christ, Deccal, İmam Mehdi ve İsa'nın ikinci gelişi gibi konuları içeren
"The Arrivals" dizisinin Türkçe altyazılı halidir




Aleister Crowley: Ünlü İngiliz okültist, Skoç Riti'nde 33. derece Büyük Üstad, özgür mason, yazar, mistik, satranç ustası, dağcı, şair, ressam, astrolog. Eylemleriyle henüz yaşarken "Dünyanın En Kötü Adamı" şeklinde adlandırılan Crowley, Altın Şafak tarikatı, Ordo Templi Orientis gibi farklı okült organizasyonların üyesiydi.

SATANİZM'İN KURUCU VE KENDİ DÖNEMİNİN EN BÜYÜK KARABÜYÜCÜSÜ OLARAK TARİHE GEÇEN BU ŞAHIS KİLİSE TARAFINDANDA DÜNYANIN EN KÖTÜ ADAMI ÜNVANINI ALMIŞTIR..

ayrıca bu şahıs oğluna Attaturk ismini vermiştir.. bunun da nedenini bilen yok..

BÜYÜ KONUSUNDA KABALA BAZINDA ÇOK İLERLEDİĞİ İDDİA EDİLMEKTE..

Alaister Crowley'i biraz daha iyi tanıyabilmek için, 1934 yılında aleyhine açılan bir davaya bakmakta olan Hakim Swift'in, hakkında söyledikleri;

Kırk yılı aşkın bir süredir şu veya bu yetki ile yasaların tatbiki ile uğraşmaktayım. Şu ana kadar akla gelebilecek her türlü sapıklığı bildiğimi düşünmekteydim. Düşünmekteydim ki habis ve kötü olan herşeyin şu veya bu zamanda benden önce üretilmiştir. Bu davada şunu öğrendim ki bizler eğer yeterince uzun yaşarsak yeni birşeyler daha ögrenebilmekteyiz. Şimdiye kadar kendisini yaşayan en büyük şair olarak tarif eden bu adamın ürettikleri kadar sinsi, korkunç ve küffar ve mide bulandırıcı şeyler duymadım.


28 Kasım 2014 Cuma

Erdoğan: Son nefesimize kadar Hakk'ı anlatacağız







İstanbul'da bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Dini Liderler Zirvesi'nde 41 Ülkeden gelen katılımcılara hitap etti.
Bu zirvenin sadece Türkiye için sadece Latin ABD ülkeleri için değil tüm islam coğrafyası ve tüm insanlık için hayırlara vesile olmasını tekrar Allah'tan niyaz ediyorum. Diyanet işleri başkanlığımızın son derece gayretli son derece isabetli bu çalışmaları neticesinde bu zirve vesilesi ile 41 ülkeden 71 temsilci İstanbul'a geldiler.
BİZE DÜŞEN SON NEFESİMİZE KADAR HAKK'I ANLATMAKTIR
Latin ABD ülkelerine inşallah 2015 yılı içerisinde daha ağırlık vereceğiz. Bu hafta Cezayir ve Ekvator Ginesi'ne gidiyoruz. İşimizin tüm dünyada ne kadar ağır olduğunun idraki içerisindeyiz. Tabi sorumluluğun içinde olmak yetmiyor, icraat gerekiyor netice gerekiyor. İslam Dünyası'nda bu noktada sıkıntımız çok büyük. Şiirle konuşmak bazen zor oluyor. Tercümede zorluklar olduğu için bizde bunlar aslında güzel ifadedir. Konuyla ilgili olarak da gönül diliyle konuşmak çok farklı oluyor şairlerimiz onu da güzel telaffuz etmişler. Biz bu şekilde anlatmaya gayret edeceğiz. Gönlümüzden geçenleri gönüldaşlarımızla paylaşacağız.

İslam, insanın kendi tercihi ile kendi iradesi ile inanması ile birlikte Allah'ın kişiye bahşettiği en büyük hediyedir. Yani hidayettir. Eğer kalplerine kulaklarına damga vurulmuş ise gözlerine de perde inmişse ne kadar anlatırsanız anlatın onlar inanmayacaklardır.
İSLAM DİNİ SÖMÜRGENİN KÖLELEŞTİRME ARACI OLMADI

İki osmanlı Gemisi okyanusa açılmış ancak yollarını kaybederek hocamında ifade ettiği gibi Brezilya'nın Rio sahiline varmışlar. Gemide bulunan ve alim bir zat olan Abdurrahman Efendi Brezilya'da kaldı ve oralarda hep İslam'ı anlattı. İnsanlara tebliğ vazifesinde bulundu. 19-20. YY'larda çok sayıda müslüman Latin Amerika'ya göç ettiler. Bu göçmenler Osmanlı pasaportuna sahip oldukları için bugün hala El Turko olarak anılırlar.

Basbakan Erdogan Kuveyt'den Dünya'ya Tarihi Çagri.





Şeyh Fahad el-Ahmed Uluslararası Hayır İşleri Ödülü Kurulunca kendisine verilen İslam Dünyası Mümtaz Şahsiyet Ödülü'nü aldı. Erdoğan, İsrail'in Filistinlileri insanlık dışı yöntemlerle katlettiğini, Akdeniz'de korsanlık yapıp, yardım gemisine saldırarak 9 Türkü şehit ettiğini belirterek, "Biz bunu görmezden, duymazdan geleceğiz öyle mi? Herkes susabilir, herkes tepkisiz kalabilir, herkes susarak onaylayabilir, ama biz susmayız, susamayız ve emin olunuz susmayacağız" dedi.

Tayip Erdoğan'dan İslam dünyasına Unutulmayacak Ders!!! (Efsane Konuşma)

Başbakan Erdoğan - İslam Alimleri Toplantısı Konuşması - TAMAMI (17.07.2...






Erdoğan'ın İslam Alimleri toplantısı konuşması İZLE
Başbakan Erdoğan, Dolmabahçe Sarayı'nda İslam Alimleri toplantısında konuştu.

Erdoğan İslam Alimleri Toplantısında Konuştu...

Recep Tayyip Erdoğan, Mezhep, Mezhepçilik


Dolmabahçe Sarayı'nda İslam Alimleri toplantısında konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kendisi için yapılan mezhepçi söylemlerine çok sert cevap verdi. Erdoğan 'Bize mezhepçi diyenler çocuklarınıza neden Ömer ismini koymazsınız' dedi.

Başbakan Erdoğan, İslam Alimleri toplantısında yaptığı konuşmasına İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarına değinerek başladı.

'ÖMER BİZİM DEĞİL Mİ?'

Konuşmasında, 'Biraz özeleştiri yapalım' diyen Erdoğan kendisi için yapılan mezhepçi söylemlerini eleştirdi; 'Biz mezheplerine bakmıyoruz kimsenin. Bize mezhepci diyenler, neden çocuklarınıza Ömer ismini koymuyorsunuz? Ömer bizim değil mi? Hüseyin, Ali bizim değil mi? Niye Ömer ismini duyunca rahatsız oluyorsunuz?'

Başbakan Erdoğan'ın konuşmasından satır başları;

'Türkiye olarak asırlar boyunca yaptığımız gibi ilahi emri yerine getirmeye çalışıyoruz. Müslüman, müslümanın kardeşidir, ona yalan söylemez, ona ihanet etmez. Müslümanın kanı müslümana haramdır. Yaşananları hem anlamakta hem de anlamlandırmakta güçlük çekiyorum. Bir adam bombayı gidiyor bir camide ibadet edenlerin üzerinde patlatıyor. Bu adam kendine Müslüman diyor.

1 MİLYON 50 BİN MÜLTECİ VAR ÜLKEMİZDE

200 bin insan bombalar yağdırılarak öldürülüyor. 1 milyon 50 bin mülteci var ülkemizde. Olay farklı zemine doğru kayıyor. Aynı şekilde Lübnan ve Ürdün bunun sıkıntısını yaşıyor. Bu yaşananlar ilahi kitap tarafından şiddetle yasaklanmıştır.

ÖLDÜRENİ SAMİMİ BULUP, ÖLENLER İÇİN İSE HAK ETTİLER DEMEK YANLIŞ

Bu toplantıyı ben bir özeleştiri toplantısı olarak görmek istiyorum. Biz nerede yanlış yaptık? 200 bin insanın öldürüldüğü bir yerde öldüreni samimi bulmak, ölenler için ise hak ettiler demek doğru değil.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NİÇİN KURULDU

İsrail 10 gündür Gazze'ye bomba yağdırıyor. Şu ana kadar 220'den fazla Gazzeli masum hayatını kaybetti, bunun içinde çocuklar ve kadınlar var. Dünya ölenler Filistinli olduğu için hiç sesini çıkarmıyor. Birleşmiş Milletler'in sesini duyuyor musunuz? Göstermelik şeyler yapılıyor. Birleşmiş Milletler niçin kuruldu? Dünya barışı için, peki dünya barışına katkısı var mı? Onların gizli amacı neyse ona hizmet ediyorlar.

MEMNUN OLAN İSLAM ÜLKELERİ VAR

Filistin olayından memnun olan İslam ülkeleri var, çünkü memnun olmasalar onlar da müdahil olurlar. Filistin'de bizim özbeöz kardeşlerimiz öldürülüyor, Filistin'de insanlık ölüyor. Bizim için önemli olan rabbimizin rızasını kazanmaktır, kulların rızasını değil. Biz Filistin'in 1948'den beri yaşadığı acı için kıvranırken Lübnan eklendi, Somali, Suriye eklendi. Filistin meselesinde İslam dünyası dik dursaydı belki de bugün İslam dünyası kanıyor olmayacaktı.

EY İSLAM DÜNYASI NEREDESİN

Batı susarken İslam dünyası da susuyor, seyrediyor. Cidde'de islam işbirliği Teşikilatı konferansı yapıldı. Türkiye, Katar ve Filistin üst düzey temsil edildi. Diğerleri temsilci gönderdi. Ey İslam dünyası neredesin? Senin için parçalanmıyor mu?

SEN BATI'YI BIRAK

Sen Batı'yı bırak. Filistin'de bir mezhep çatışması olmadığı için İslam dünyasının dikaktini çekmiyor. Filistin'de bizim öz kardeşlerimiz ölüyor. Müslümanların şerefi ölüyor.

ÖMER İSMİNDEN NEDEN RAHATSIZ OLUYORSUN

Biz mezheplerine bakmıyoruz kimsenin. Bize mezhepci diyenler, neden çocuklarınıza Ömer ismini koymuyorsunuz? Ömer bizim değil mi? Hüseyin, Ali bizim değil mi? Niye Ömer ismini duyunca rahatsız oluyorsunuz?' .



Cumhurbaşkanı Erdoğan - Müslüman Dini Liderler Zirvesi Konuşması / 15.11...





Cumhurbaşkanı Erdoğan, Latin Amerikalı islam alimlerinin İstanbul'daki toplantısında katılımcılara seslendi. İslam dünyasının keşiflerine ve manevi zenginliğine değinen Erdoğan, 'Amerika’yı Kolomb değil 1178’de Müslümanlar keşfetti' dedi ve ekledi 'Kristof Kolomb anılarında, Amerika kıtasında dağın tepesinde gördüğü bir camiden bahseder. Kristof Kolomb’un bahsettiği Küba’daki o dağın tepesine bir cami yakışır'

Erdoğan'ın konuşmasından satırbaşları şöyle:


- Önümüzdeki günlerde Küba'ya bir ziyaret gerçekleştirmeyi düşünüyorum.İslam Allahın insanlara verdiği en büyük hediyedir. Bize düşen son nefesimize kadar insanları hakka davet etmektir.

- Az önce Diyanet İşleri Başkanımız ifade etti. Ben de konuşma metnimi hazırlarken Abdurrahman Efendi’yi de ekledim. Onu hayırla yad etmek bizim için de bir görev.

- 1866’da iki Osmanlı gemisi Basra’ya ulaşmak üzere İstanbul’dan ayrılmış ama yollarını kaybederek Brezilya sahiline varmışlardı.

- Gemide bulunan Abdurrahman Efendi yıllarca Brezilya’da kaldı ve yıllarca dolaşarak İslam’ı anlattı. Göçmenler Osmanlı pasaportu oldukları için El Turko olarak tanındılar ve hala öyle tanınıyorlarLatin Amerika'nın İslamla tanışması 12. yüzyıla kadar sürdü.


- Amerika’yı Kolomb değil 1178’de Müslümanlar keşfetti. 1178'te Müslüman denizciler Amerika kıtasına ulaşmıştı.Kristof Kolomb'un anılarında Küba'nın bir dağında cami olduğu söylenir. Ben bugün Kübalı kardeşimle de konuşurum o dağın tepesine bugünde bir cami yakışır.


- İslamiyet sömürge dini değildir.Müslümanlar kemyyetin değil, keyfiyetin peşinde oldular. İslamı daha çok gönülle buluşturmanın mücadelesi verildi. İslam tarihinde bir sömürgeleştirme olayına şahit olamazsınız. İslam en çok mazlumların garip ve gürebanın dinidir. İslam zulmün değil, zulme başkaldıranın vasıtası olmuştur.

- Biz Türkiye olarak tarihin bize yüklediği mirasın ve sorumluluğun farkındayız. Endülüs'teki müslümanın hakkını bizim dedelerimiz savundu.Kutsal mekanların asırlardır hizmetkarlığını yaptılar. Türkiye içerdeki ve dışardaki bir çok olayı bertaraf etti.

- Azınlık olmalarına rağmen, inanıyorsanız o halde üstünsünüz. Yüzyıllar boyunca nasıl ayakta kaldıklarını da biliyoruz.

- Yardımlaşarak, paylaşarak kardeşlik hukuku içinde her yerde varlığımızı sürdürmeye İslam’ı yaşamaya ve yaşatmaya devam edeceğiz.

- Ben tarihini bize yüklediği mirasın ve omzumuzda taşıdığımız sorumluluğun farkındayız. Yüzyıllar önce 1 Dünya Savaşı’ında çok sayıda ülkeye karşı kahramanca mücadele etti. Yeni Türkiye Cumhuriyet’ini kurduk, tehditlere karşı boyun eğmedik.

-Mekke'nin Medine'nin izzeti ve şerefini bizim dedelerimiz muhafaza ettiler.

- Hamdolsun şu an Türkiye içerideki ve dışarıdaki tehlikeleri bertaraf etti. Tarih sayesinde yeni şükürler olsun yerini almaya başladı. Dünyanın her karışında savunduğumuz barışla birlikte bu yeryüzünde biz de varız diyoruz. Türkiye’nin hiçbir ülkenin sınırları ve içerisinde gözü yoktur, emeli yoktur.

- Dünyanın her yerinde barışın egemen olmasını istiyoruz. Sahip olduğumuz ulusal kuruluşlarla barışın, dostluğun temellerini atıyoruz.

- TİKA gibi Kızılay gibi, AFAD, TRT, AA gibi kuruluşlarımızla yoksullara ulaşmanın mücadelesini veriyoruz. Bu büyük insanlık mücadelesinde Diyanet İşleri Başkanlığı'mız çok müstesna bir yerde duruyor.


- İstanbul’da bulunduğunuz süre içerisinde Müslüman kardeşlerimizin acısını daha yakından hissettiğinize inanıyorum... Müslüman gönüller arasında fiziki uzaklıklar yoktur. Ortadoğu’da Müslüman kardeşlerimiz çok ağır bedeller ödüyorlar. Karşımızda duran acı manzaranın çok sebebi var. Öz eleştiri yapmak zorundayız.

- Mevcut manzarada gayrimüslümlerin payı olduğu muhakkaktır ama tek sebep gayrimüslimler değildir. Müslümanların ezilmişliğini, yoksulluğunu İslam’ın kendisine bağlayanlar çok büyük saygısızlık içerisindedirler. Acaba şu anda İslam dünyasında Müslüman zenginler zekatlarını tam hakkıyla veriyorlar mı? Petrolün hakkı tam hakkıyla veriliyor mu?


- Mısır'da seçilmiş iktidar devrilirken demokrasiye inandığını söyleyenler darbeci yönetimi eleştirmedi. Suriye'de 300 bin insan öldü, dünya seyrediyor.
- Petrolü olan ülkelere demokrasi götürmek istiyorlar ama petrolü olmayan ülkelere karışmıyorlar. Biz özümüze kulak verecek Kuran ve sünnet ile adil olacağız. Her zaman ifade ediyorum, onların bir tuzağı varsa Allah'ın da bir tuzağı vardır. Biz iyi olmak istersek Allah bize bir yol gösterecek.

ERDOĞAN AVRUPA'YA POSTA KOYUYOR İZLE

Başbakan Erdoğan - İslam Alimleri Toplantısı Konuşması (17.07.2014 Tamam...





Erdoğan'ın İslam Alimleri toplantısı konuşması İZLE
Başbakan Erdoğan'ın İslam alimleri Toplantısı konuşması
17 Temmuz Başbakan Erdoğan İslam Alimleri Toplantısında
Erdoğan'ın İslam Alimleri toplantısı konuşması İZLE
Başbakan Erdoğan, İslam Alimleri toplantısında yaptığı konuşmasına İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarına değinerek başladı.
Başbakan Erdoğan'ın İslam alimleri Toplantısı konuşması
Erdoğan: 'Müslüman olduğumuzu haykırmak zorundayız
ÖMER İSMİNDEN NEDEN RAHATSIZ OLUYORSUNUZ
Biz mezheplerine bakmıyoruz kimsenin. Bize mezhepci diyenler, neden çocuklarınıza Ömer ismini koymuyorsunuz? Ömer bizim değil mi? Hüseyin, Ali bizim değil mi? Niye Ömer ismini duyunca rahatsız oluyorsunuz?"

Başbakan Erdoğan'dan İslam dünyasına Filistin çağrısı
Erdoğan'ın İslam Alimleri toplantısı konuşması İZLE
Başbakan Erdoğan, Dolmabahçe Sarayı'nda İslam Alimleri toplantısında konuştu.
Başbakan Erdoğan "Dünya İslam Bilginleri Barış,itidal ve sağduyu insiyatifi toplantısı" açılış toplantısında konuştu
Başbakan erdoğan Tekirdağ mitingi 17 temmuz 2014
ak parti Tekirdağ mitingi 17 temmuz 2014
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenen "Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi" toplantısında konuşan Gannuşi, Müslümanların, insanların durumlarını, çektiklerini konuşmak ve bu meselelere çare bulmak için toplantıklarını söyledi.
Başbakan Erdoğan'ın İslam alimleri Toplantısı konuşması tam metni 17 Temmuz 2014
Başbakan Erdoğan, İslam Alimleri toplantısında bir konuşma yapıyor. Başbakan Erdoğan'ın İslam alimleri Toplantısı konuşması tam metni 17 Temmuz 2014... Erdoğa, konuşmasında islam dünyasında yaşanan çatışmaları şiddetle kınadı. Erdoğan; "ölen de müslüman öldüren de müslüman" dedi.
slam dünyasının alimlerinin bir araya geldiği, Diyanet İşleri Başkanlığının öncülüğünde düzenlenen 'Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi' toplantısı başladı. Dolmabahçe Sarayı'nda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımıyla başlayan toplantının açılış oturumunda Başbakan Erdoğan bir konuşma yapıyor.

Başbakan Erdoğan'ın konuşmalarının satır başları;
ÖMER İSMİNDEN NEDEN RAHATSIZ OLUYORSUN
Ömer bizim değil mi? Hüseyin, Ali bizim değil mi? Niye Ömer ismini duyunca rahatsız oluyorsun?"
Başbakan Erdoğan, İslam Alimleri toplantısında yaptığı konuşmasına İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarına değinerek başladı.

"ÖMER BİZİM DEĞİL Mİ?"
Başbakan Erdoğan'dan İslam dünyasına Filistin çağrısı
Başbakan Erdoğan, Dolmabahçe'deki toplantıda yaptığı konuşmasında İslam dünyasını Filistin'deki zulme sessiz kalmamaya çağırdı.
Başbakan Erdoğan, Dolmabahçe Sarayı'nda Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı'nın açılışında bir konuşma yaptı.


Konuşmasında İslam dünyasında yaşanan kanlı çatışamalara değinen Erdoğan, "Tüm Müslümanlar kardeştir" dedi. Filistin konusunda da İslam dünyasına seslenen Başbakan, "Ey İslam dünyası sen neredesin? Canın yanmıyor mu? Sonra Batı neden susuyor diyoruz. Sen kendi evinde susarsan başkası bir şey der mi?" diye sordu.
Erdoğan İslam Alimleri toplantısında konuştu!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan İslam Alimleri Toplantısında Konuştu. Başbakan Erdoğan Konuşmasında Filistin'deki savaşa duyarsız kalan İslam Alimlerine seslendi.
EY İSLAM DÜNYASI NERDESİN?
FİLİSTİN'DE MEZHEP ÇATIŞMASI OLMADIĞI İÇİN İSLAM DÜNYASI DUYARSIZ

Sen Batı'yı bırak. Filistin'de bir mezhep çatışması olmadığı için İslam dünyasının dikkatini çekmiyor. Filistin'de bizim öz kardeşlerimiz ölüyor. Müslümanların şerefi ölüyor.

Bizim için önemli olan Rabbimizin rızasını kazanmaktır, kulların değil. Filistin olayından memnun olan islam ülkeleri var.
SİYASİLER KARŞISINDA EL PENÇE DİVAN DURAN İSLAM ALİMİ OLMAZ

Siyasiler karşısında el pençe divan duran islam alimi bilmem. Suriye'de zalim esed yanlarına

Dolara mahkum olmuş kişiden alim olmaz. alim ilmini satmaz. Siz yüreğinizi ortaya koyun millet sizin peşinizden gelecek.

Akşemsettin olmasa Fatih olmazdı.
Başbakan Erdoğan'ın katılımıyla Dolmabahçe Sarayı'nda Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı'nın açılışı gerçekleştirilldi. Başbakan tayyip Erdoğan'ın da bir konuşma yaptığı toplantıda, islam alimlerinin çalışmaları devam edecek.
Erdoğan: 'Müslüman olduğumuzu haykırmak zorundayız
Erdoğan'ın İslam Alimleri toplantısı konuşması



27 Kasım 2014 Perşembe

BUGÜN KUKLA VEHABİ SUUDİ ARABİSTAN'IN GERÇEK SAHİBİ İNGİLTERE'DİR : Hindistan'ın güvenliği, Büyük Britanya İmparatorluğu'nun çıkarı için Suudi Arabistan'ı kurup, tampon olarak aramıza koydular.



2 yıl İslam dini eğitimi verdikleri İngiliz casusu Hempher aracılığı ile yeni bir mezhebi de hayata geçirdiler.

Onun adı Vehabilik'ti. 

Bugün kukla Vehabi Suudi Arabistan'ın gerçek sahibi İngiltere'dir.
Dünyada petrol fiyatları ilginç bir şekilde düşmektedir. Çünkü Suudi Arabistan petrol üretimini aniden yüzde 25 artırmıştır.
Böyle bir kararı kendi başına verecek gücü asla yoktur.

"Üretimi artır" talimatı PATRON'dan yani LONDRA'dan gelmiştir. Zira ders verilmesi gereken üç ülke vardır onlar için.
Kuzey Irak petrollerini alıp Ceyhan'dan dünyaya satan Türkiye'dir birincisi. Ukrayna'yı işgal eden Rusya'nın da petrollerine darbe vurmaktır amaç.

Kuklaları Suudiler vasıtasıyla, diğer bölgelerde çıkan petrolleri de rekabet içine çekerek özellikle ABD'ye dönen K.IRAK'a ve Ruslar'a ağır bir ekonomik sopa indirmek siyasetini güdüyor İngiltere.

Ortadoğu'daki birçok ülkeyle, KURUCU olduğu için TOP gibi oynayan İngilizler, ortak çalıştıkları Derin Amerika ve Mossad vasıtasıyla IŞİD'i kurmuştur.
Ve müthiş bir ALGI operasyonu ile IŞİD'e Sünni damgası vurulmuştur.

IŞİD bugün camileri, türbeleri, mezarları yıkmaktadır. Bu sadece Vehabi kültüründe vardır.
Kurban bayramında IŞİD'in hakimiyetinde olan tüm şehirlerde mezarlıkların başına asker dikilmiştir. Ziyarete gelenler kapıdan çevrilmiştir.

Çünkü Vehhabi kültüründe kabir ziyareti ŞİRK'tir. Ancak dünya medyası YAHUDİ Baronların elindedir.
Tüm dünyaya Vehabilik adına gelen SELEFİLİĞİ "Sünni" diye tanıtarak müthiş bir ALGI OPERASYONU yaptılar.
11 Eylül öncesi tüm dünyada Şİİ TERÖRÜ adıyla algı operasyonu yapıyorlardı.



Sonra Vehabilere EL KAİDE'yi kurdurup, Irak'a saldırmak için İKİZ KULELERE musallat ettiler.
İsrail kasabı Netenyahu 11 Eylül'den sonra ABD'ye gelip tam 6 ay televizyonlardan inmedi.
Vehabi EL KAİDE'nin "Sünni" olduğunu anlattı. Taa o günlerde SÜNNİ TERÖRÜ adı altında ALGI OPERASYONU için düğmeye bastılar. Bugün de IŞİD'le, "Sünni terörü" diyerek vehabileri kullanıyorlar.
Özellikle de Avrupa'dan çok sayıda kişi "SÜNNİ HALİFE geldi, MEHDİ ALEYHİSSELAM YOLDA" diye koşup IŞİD'e katılıyor.
Batıda son yıllarda Müslüman sayısı patladı. Sadece Avrupa'da 44 milyon Müslüman yaşıyor. Kuzey Afrika'dan, Uzakdoğu'dan, Ortadoğu'dan binlerce Müslüman kaçak yollarla Avrupa'ya akın ediyor. 20-30 yıl sonra Avrupa nüfusunun beşte biri Müslüman olacak.
Büyük korkuya kapılan liderler, istihbaratlarına adım adım Müslümanları takip ettirip fişliyor. IŞİD terörüyle Türkiye de dahil tüm bölgeyi vurma ve sarsma avantajını da gördüler. Ülkelerinde ne kadar tehlike görüp fişledikleri radikal varsa savaş bölgesine gönderme fırsatını yakaladılar.
Gönderiyorlar, ellerine IŞİD bayrağı altında silah verip havadan bombalayarak İMHA ediyorlar.
Böylece içlerindeki tehdidi de uzak diyarlarda toprağa gömüyorlar. Ülkeleri de parçalara ayırarak, Müslüman coğrafyada kan ve gözyaşı akıtıyorlar.
Gül ve HAÇ kardeşliği yani Hıristiyan-Siyonist ittifakı inanılmaz kazanımlara kavuşuyor bölgede. Korku ve dehşet salarak, kukla liderlere silah satıp, petrollerine konuyorlar, fiyatlarla istedikleri gibi çıkarları için oynuyorlar.
Türkiye'ye de "IŞİD'e yardım ediyor" damgası vurarak operasyon yapıyorlar. İçimizdeki dünyadan ve dinden bihaber olanları da aynı cümlelerle TELLAL yapıp bağırtıyorlar.
Churchill 1. Dünya savaşında Arap kabilelerine silah dağıttığında İngiltere ayağa kalkmıştı.
"Araplara neden silah veriyorsun? Bugün ayaklandıkları Osmanlı'ya çevirdikleri silahlar yarın İngiltere'ye dönmez mi" diyerek ağır ithamlarda bulunmuşlardı.
Gülerek cevap veren Churchill "Merak etmeyin dağıttığımız o silahlarla birbirlerini öldürüp, boğazlarını keserler. Bize dönme şansları hiç yok. Çünkü UÇAKLARIMIZ'la HAVADAN gerektiğinde vurup imha ederiz" demişti.
Bugün sınırımızda yaşananlar İNGİLİZ CHURCHİLL YASALARI'ndan başka bir şey değildir.
IŞİD'i Müslümanlara saldırtıyorlar.
Erkeklerin boğazlarını kestiriyorlar, kadınları, kızları ganimet olarak cariye yapıyorlar, kimini de satıyorlar. İngiliz güdümündeki Vehhabi kültüründe, kendilerinden olmayan "ŞİRK" yani "KÜFÜR" içindedir ve malı, mülkü, canı, ırzı HELAL'dir.
Ve dün ajanslara düşen son haber;
"Burnumuzun dibinde, Kobani çevresinde tespit edilen 11 yabancı istihbarat mensubu yakın takibe alındı"
Hem yönetiyorlar, hem de havadan gelenlere koordinat veriyorlar. Dedik ya, bu bir ALGI, Ortadoğu ve YENİ Türkiye'yi de vurma, Avrupa'da "Allahüekber" diyenleri, Suriye ve Irak'ta "Allahüekber" diyenlerle birlikte İMHA operasyonu diye.
1000'i aşkın Filistinliyi toprağa gömen İsrail'in güvenliği daha da bir arttı neticede!!!
Takvim


FAZLA UZUN DEĞİL 7 HAZİRAN 2015'TEN SONRA YENİ TÜRKİYE BİLEĞİNİ ÖPMEK ZORUNDA KALACAKLAR : Coşkuyu, ateşi, heyecanı söndürmek için hep birlikte Orgeneral Özel'e, Hakan Fidan'a, Başbakan Davutoğlu'na ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a ardı ardına operasyonlarını sürdürenler hayale kapılmasın.


SONUÇ: Coşkuyu, ateşi, heyecanı söndürmek için hep birlikte Orgeneral Özel'e, Hakan Fidan'a, Başbakan Davutoğlu'na ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a ardı ardına operasyonlarını sürdürenler hayale kapılmasın.


OK YAYDAN ÇIKTI. KUTLU YÜRÜYÜŞÜ DURDURAMAYACAKLAR.
DİZ ÇÖKTÜREMEYECEKLER.
FAZLA UZUN DEĞİL 7 HAZİRAN 2015'TEN SONRA YENİ TÜRKİYE BİLEĞİNİ ÖPMEK ZORUNDA KALACAKLAR.

GENELKURMAY VE MİT'E SALDIRI


Son günlerde iki hassas kurumumuza yönelik derinliği bulunan bir algı operasyonu yürütülüyor. Genelkurmay Başkanı Necdet Özel'i ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı hedefe oturtan özel çabalar göze batıyor.

Daha doğrusu özel planlara göre bir cephe harekatı var.
Türkiye'nin kaderini etkileyen, geleceğine yönelik nokta atışlarda bulunanların tesadüfen ortaya çıkmadığını biliyoruz. Bu bağlamda, Türkiye'nin belkemiği iki kuruluşu olan Genelkurmay ve MİT'e yönelik konuşmalar da tesadüfen olmuyor. Özel ve Fidan'a yönelik saldırıların,PKKKCK-
HDP'nin 45 vatandaşımızın ölümüne, yüzlerce yaralanmaya, birçok kamu kurumunun yakılıp yıkılmasına yönelik 6-7 Ekim olaylarından sonra başlatılması tesadüf değildi. 
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özel'e yönelik yerli-yabancı bir kumpasla başlatılan bir algı operasyonu göze batıyordu.


Arkasından Fethullah Gülen'in emriyle Milad partisini kuran İçişleri eski Bakanı İdris Naim Şahin, Genelkurmay ve MİT'i yıpratmaya yönelik Uludere safsatalarıyla ortaya çıkıyordu. MİT Müsteşarı Fidan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından planlıprogramlı hedefe konuyordu. Ne tesadüftür, her iki kuruluşa yönelik muhalif odakların başlattığı algı operasyonun arkasındaki adres Fethullah Gülen ve onun içteki ve dıştaki kollarına çıkıyor. 

Büyük hedef Erdoğan 
Devletin belkemiği iki hassas kuruluşun neden hedefe koyulduğunu anlamak için, ne yaptıklarına bakmak yeterli. İki hassas kuruluşun hükümetin arkasında dimdik duruşu vardır.

Başbakan Ahmet Davutoğlu, 100 yıllık kangren olmuş Kürt ve Alevi sorunlarına neşter atarken, en büyük desteği Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Özel ve MİT Müsteşarı Fidan'dan görmektedir.

Çözüm sürecinin baltalanmasını engelleyen Fidan, oyunlarını bozmuştur. Gülen cuntasının orduya sızma harekâtını engelleyen Genelkurmay Başkanı Özel hedefe konmuştur. Yerli-Yabancı derin algı operasyonunda, Özel ve Fidan ön planda görünse bile aslında Büyük Hedef olarak, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın bulunduğu apaçık ortadadır. Başta CHP ve işbirliği yaptığı Fethullah Gülen Cuntasının elemanları, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu'nun hem içte hem dışta gerçekleştirdikleri restorasyonun kendilerini çukura biraz daha itmesinden çok tedirginler. 


Kukla Suudi Arabistan'ı kullanarak petrol fiyatlarını dibe vurdurdular. Rus ekonomisi bu yıl tam 110 milyar euro zarara uğrayacak.


Dünyada büyük bir savaş yaşanıyor.
Evet bazı yerlerde silahlar konuşuyor ama bazı yerlerde de savaş kapalı kapılar ardında yaşanıp sokaklara taşınıyor.

Ukrayna'da Rusçu Devlet Başkanını, Almanya liderliğinde Avrupalılarla indirdiler.
Rusya da gitti Kırım'a daldı, topraklarına kattı.
Sen misin bunu yapan.

Zaten Yahudi Baronların ve Yahudi petrol tüccarlarının tamamını da kovmuştu ülkeden Putin.

Bardağı taşıran son damla bile kalmamıştı artık.
Şiddetle Putin'e saldırıyorlar.
İngiliz The Economist "2 yıl ömrü kaldı Putin'in" diye yazdı.

Kukla Suudi Arabistan'ı kullanarak petrol fiyatlarını dibe vurdurdular. Rus ekonomisi bu yıl tam 110 milyar euro zarara uğrayacak.

Ayrıca ekonomik ambargo nedeniyle 32 milyar euro extra bir kayıp yaşaması bekleniyor. The Economist, yabancı yatırımcıların bu yıl 100 milyar euro'yu Rus piayasından çekerek kaçacağını duyurdu.

Rus döviz rezervleri altı ay içinde 100 miyar euro eridi. Yaklaşık bir ay önce Türkmenistan'daydık. Petrol fışkıran bir ülke.

Orada bir İngiliz petrol şirketinin üst düzey yöneticisi ile sohbet ettik. "Rusya'nın elinde fazla para var. En az 200 milyar eurosunu çalacaklar. Operasyon için düğmeye basıldı" diyordu.


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İSEDAK toplantısındaki konuşmasında İslam İünyasına tarihi çağrıda bulundu.


Burada yaptığı konuşmada İslam cografyası üzerinde yaşanan olaylara değinen Erdoğan, Batı'nın İslam ülkelerinin petrolü ve altınını sevdiğini ama asla kendisini sevmediğini belirterek tarihi bir çağrıda bulundu. Hiç bir mezhep ayrımı yapmadan tüm İslam ülkelerinin bir köşeye çekilip yaşanan kaostan kimin kazançlı çıktığını görmesi gerektiğini ifade eden Erdoğan, ancak çözümün fitilinin bu şekilde ateşlenebileceğini söyledi.
HERGÜN BİR KAÇ KERBELA YAŞANIYOR

Meselenin sadece yoksulluk olmadığını, İslam cografyasının tarihinde hiç olmadığı kadar kanla anılır hale gelmiş durumda olduğunu belirten Erdoğan,''Hemen hergün farklı ülkelerde bir kaçtane Kerbela'ya şahit oluyoruz. Hergün çocuklarımız ve kadınlarımız ölüyor. Kutsal mekanlarımız gözlerimizin önünde barbarların postalları ile çiğneniniyor. Sesimiz çıkabilyor mu?, Konuşabiliyormuyuz? hayır..''
 diye konuştu.

BİZİ  DEĞİL, ÖLÜMÜZÜ SEVİYORLAR!

İslam ülkelerinin yeryüzünde barışı tescil edebilecek güce sahip olduğunu ve eğer istenilirse akan kanların da durabileceğini, çocuklar ölmeyebileceğini de dile getiren Erdoğan konuşmasını şöyle sürdürü;  ''İstenirse Ortadoğu'daki kan durabilir. Filistin'in yanlızlığı giderilebilir. Bizim sorunumuzu dışarıdan gelen çözemez. Dışarıdan gelenler İslam coğrafyasının petrolünü, altınını seviyor, bizim iç karışıklılığımızı seviyor. Bizim ölümüzü seviyorlar. Ama inanın bizi sevmiyorlar. Buna daha ne kadar göz yumacağız.''

ERDOĞAN'DAN TARİHİ ÇAĞRI!

''Her ne mezhepten olursa olsun tüm kardeşlerime çağrıda bulunuyorum''
 diye konuşmasını sürdüren Erdoğan,  ''Ne olur şöyle bir kenara çekilelim ve bu kaostan ve tartışmalardan kim kazançlı çıkıyor bunu görelim. Şayet bunu görebilirsek çözümün fitilini ateşlemiş oluruz.'' dedi.

BATI MEDYASININ HEDEFİ OLDUM

İslam dünyasındaki sorunlara dikkat çektiği için batı medyasının hedefi haline geldiğini de aktaran Erdoğan, ''Bizim sorgulamamızı istemiyorlar, tarihi hatırlatmamızdan çok ama çok rahatsız oluyorlar'' diyerek, ''Dünyada dil, din, ırk ayrımı yapmaksızın yoksulun hakkını savunmamızdan rahatsız oluyorlar'' dedi.
PETROL UĞRUNA KIYANLARDAN OLMAYACAĞIZ

Petrol, altın, elmas uğruna, bitmek bilmeyen hırs uğruna canlara hatta ve hatta çocuklara kıyanlardan olamacaklarını da söyleyen Erdoğan, ırkçılığın da yanında olmayacaklarını belirtti.

SUSMAK YAŞANANLARDAN DAHA AĞIR

Yaşanılan trajedilerden daha ağır olanın susmak ve bahane üretmek olduğunu dile getiren Erdoğan,
 ''Ama inanın hesap gününde hesap gününün sahibi karşısında hiçbir mazeret geçerli olmayacaktır. Masum çocukların elleri susanların ve katillerin üstünde olacaktır.'' dedi.

TEK ÇIKIŞ YOLU BİRLİK!

Türkiye olarak hiçbir ülkenin toprak bütünlüğüne yönelik niyetlerinin olmadığını ve bölgedeki hiçbir meseleye çıkar nazarında bakmadıklarını ifade eden Erdoğan, tarihinin en tahlihsiz dönemini yaşayan İslam cografyasında çıkışın ise birlikten geçtiğini söyledi.

İSLAM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI AKAN KANA SESSİZ KALAMAZ

BM'nin çocukların akan kanına sessiz kaldığını ancak İslam İşbirliği Teşkilatı'nın buna sessiz kalamaycağını da ifade eden Erdoğan konuşmasını şöyle sürdürdü; ''Dünya barışına daha büyük katkılar sunabiliriz. Yeryüzündeki tüm çatışmalara müdahale edebiliriz. Hamd olsun bunlara yapacak birikim ve gücümüz var. tek ihtiyacımız olan ittifaktır.''

BM'DE REFORMA İHTİYAÇ VAR!

BM'nin gerçek manada bir reforma ihtiyacı olduğunu da sözlerine ekleyen Erdoğan, dünya 5'ten büyük olduğunu ancak ne yazık ki dünyanın 5'e mahkum olduğunu söyledi.

ADIMLARI ATALIM

2011 yılında tercihli ticaret sisteminin yürürlüğe girebilmesi için üye ülkelerin atacağı sadece bir kaç adımın olduğunu da söyleyen Erdoğan,  bu adımların atılmasını rica etti.

NETİCELİ TOPLANTILAR YAPMALIYIZ

Neticesi olmayan toplantılar değil neticesi olan toplantılar yapılması gerektiğine de dikkat çeken Erdoğan,
 ''Bizim finansman gücümüz nerelerde değerlendiriliyor bunu araştırmamız lazım. İnanın bizim finansman gücümüz farklı zamanlarda karşımıza çok farklı bir şekilde çıkabiliyor.'' dedi.

GAYRİMENKUL VE ALTIN BORSASI KURULMALI

Erdoğan konuşmasının sonunda İSEDAK'ın Gayrimenkul Kıymetler ve, Altın borsası noktasında da adım atması gerektiğini ifade etti.

Dünyaca Ünlü Alimden Recep 

Tayyip Erdoğan'a Destek Çağrısı!


Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı Yusuf el-Karadavi, Başbakan Erdoğan'ı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde desteklediğini açıkladı.

Karadavi, ''Cumhurbaşkanlığı seçiminde, güvenlir, samimi ve güçlü lider Erdoğan'ı destekliyor ve Türkiye halkını da Erdoğan'ı desteklemeye davet ediyorum" açıklamasında bulundu.
''ERDOĞAN'IN DURUŞU ARAP LİDERLERİ ZOR DURUMDA BIRAKTI''
Karadavi, sosyal paylaşım sitesi Facebook'taki hesabından yaptığı açıklamada, "İsrail'in Gazze'ye saldırısı noktasında, Suriye devrimi sürecinde ve Mısır'daki askeri darbeye karşı mazlum halkın yanında duran Erdoğan'ın bu duruşu, birçok Arap liderlerini zor durumda bıraktı. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı seçiminde güvenlir, samimi ve güçlü lider Erdoğan'ı destekliyor ve Türkiye halkını da Erdoğan'ı desteklemeye davet ediyorum" değerlendirmesinde bulundu.
'ÇOK SEVDİĞİM TÜRKİYE HALKINA SESLENİYORUM...''
"Çok sevdiğim ve beni seven yüce Türkiye halkına sesleniyorum" diyen Karadavi, "Türkiye halkı son yıllarda farklı alanlarda kalkınmayı beraberinde getiren büyük bir demokrasi örneği sergiledi. Ben bu demokrasi yolundaki başarıyı Türkiye ve İslam ümmetine hayır getirmek üzere yollarını tamamlamaları için çağrıda bulunuyorum" ifadesini kullandı.
''OYLARINIZI HEBA ETMEYİN''
Türkiye'nin uzun bir süre İslam alemine liderlik yaptığını ve İslam dünyasını düşmana karşı koruduğunu aktaran Karadavi, ülkenin büyük bir kalkınma örneğiyle demokrasinin sembolü haline gelerek daha önce İslam aleminin liderliğine doğru yeniden yol aldığını belirtti.
Karadavi, oy kullanmanın yararlı bir faaliyet olacağına değindi. Ayetlerle desteklediği açıklamasında toplum yararına oy kullanmanın "Bir tanıklık" olduğunu vurgulayan Karadavi, herkesin oy kullanması ve bu hakkını heba etmemesi gerektiğini ifade etti.
''OY VERMEK DİNİ BİR VAZİFEDİR''
"Ülkesinin ve halkının yararı doğrultusunda doğru bulduğu kimseye oy vermek dini bir farizedir. Kur'an bize bu yönde talimat vermiştir" ifadesini kullanan Karadavi, "Oy kullanma noktasında, kalbinin sesini dinlemeyerek ve Allah'tan korkmadan seçimlerde ehil olmayan kişilere oy kullanarak 'tanıklık' etmek Allah'ın verdiği yetkiye ihanet etmektir" yorumunda bulundu.
İslam dünyasının Türkiye'nin yarını ve daha sonrasından beklentileri olduğuna değinen Karadavi, şunları kaydetti:
''ALLAH'IN ONUNLA OLMAMIZI EMRETTİĞİ BİR KİŞİ''
"Müslüman Türkiye toplumunun cumhurbaşkanlığı seçiminde samimiyeti ve cesaretiyle, güçlü, güvenilir, bilgili, vatanına, dinine ve milletine sadık olduğunu ispatlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı seçmesine davet ediyorum. Zekası ve geniş perspektifiyle halkının desteğini alan Erdoğan, bu duruşuyla, Allah'ın onunla olmamızı emrettiği bir kişi olduğunu gösteriyor. Çünkü Allah bize, 'Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun' diyor."
''EN MÜNASİP KİŞİ ERDOĞAN''
Erdoğan'ın Arap ve İslam ülkelerinin yanı sıra dünya genelinde önemli bir lider haline geldiğini aktaran Karadavi, "Kendi şahsım adına ve Dünya Müslüman Alimler Birliği kurumu adına Cumhurbaşkanlığı makamına en münasip kişinin Erdoğan olduğunu vurguluyorum. Çünkü Erdoğan uzun süredir demokrasi ve ögürlük arayışı içerisinde olan halkını İslami ve tarihi değerleriyle buluşturdu. Ekonomi, kültür alanında gelişmeler göstererek, komşu ülkeleriyle kurduğu ilişkileri geliştirdi ve böylece Türkiye'yi son yıllarda dünyada önemli bir noktaya taşıdı'' değerlendirmesini yaptı.
 



PARALEL YAPI'YI CIA İLE MOSSAD YÖNETİYOR : Paralel Yapı soruşturmasında ifade veren, Gülen'in eski sağ kolu Latif Erdoğan: Paralel Yapı benim gözümde terör örgütüdür. Yapı artık CIA ve Mossad'ın eline geçmiş ve artık ABD ile İsrail adına hizmet eder bir hale gelmiştir

Fethullah Gülen'in bir dönem en yakınındaki isimlerden olan Latif Erdoğan'ın Paralel Yapı soruşturması kapsamında savcılıkta verdiği 26 sayfalık ifadesinin tam metnine SABAH ulaştı. Erdoğan ifadesinde, "1990'lı yıllara taşıdığımız bu hizmet hareketi CIA ve MOSSAD gibi gizli servislerin kontrolü altına girdi. Paralel benim nazarımda terör örgütü niteliği taşıyan bir yapıdır" dedi. Bir dönem Fethullah Gülen'in en yakınındaki isimlerden olan Latif Erdoğan, ifadesinde çok önemli tespitlerde bulundu. İşte Erdoğan'ın ifadesinden çarpıcı bölümler: 

AMAÇ İSLAM DEVLETİ
 
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg
 Fethullah Gülen'in amacı devlet ve kurumlarını ele geçirmek, İslam devletini oluşturmaktır. Kısacası bugüne yorumlanmış hilafet anlayışıdır. Bu amaçlar uğruna devlet ve organlarında kadrolaşma net bir şekilde oldu. Bunun en belirgin örneği 17 Aralık sürecidir. Paralel örgüt kadrolarının yapmış olduğu bu operasyonlar gerçekleşseydi Türkiye devleti ele geçirilmiş olacaktı. 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg
 Gülen'in Edirne dönemi çok önemlidir. Çünkü orada ABD Konsolosluğu tarafından insanlara izletilen filmler sayesinde Amerikan kültürünü vermeye çalışmışlardır. Bu durumdan Gülen'in de etkilendiğini ve Amerikan hayranı olduğunu bizzat kendi söylemi ile şahit oldum. 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg
 Gülen'in Nur Vergin, Kasım Gülek, Bülent Ecevit gibi isimlerle teması, Kemalist gruplarla, Amerika ile olan ilişkiler ve akabinde Masonlar ile yakınlaşması, hizmetin kuruluşundaki amaç ile Gülen'in değişim sürecine girdiğinin açık bir göstergesidir. Yapı neticede CIA ve MOSSAD'ın eline geçmiş, ABD ve İsrail adına hizmet vermeye başlamıştır. 

HALK PLANI BOZDU
 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg
 Fethullah Gülen'in devleti ele geçirmeye yönelik faaliyetleri vardır. Gülen aracılığı ile dış güçler darbe girişimi neticesi hükümeti ele geçireceklerini ya da devireceklerini zannettiler ancak halkın her şeye rağmen devlete sahip çıkması neticesinde bütün planlar bozuldu. Gülen'i tüm toplum benimser diye düşündüler ancak bekledikleri gibi olmadı. 

PSİKOLOJİSİ BOZULDU
 
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg
 Hakan Fidan yerine emniyet kökenli Ramazan Akyürek getirilecek, dış güçlerin ve Paralel Yapı'nın hedefleri doğrultusunda hizmet edecekti. Recep Tayyip Erdoğan rahatsızlandığı zaman cemaate ait bir hastaneye yatırıldığını duyan Hakan Fidan hızlı bir şekilde hastaneye yetişip ameliyata mani olmuş ve Paralel Yapı'nın amaçladığı tehlikeli sonuca engel olmuştur. Bu sebeple İsrail ve Paralel Yapı tarafından Fidan sevilmeyen bir şahsiyet olmuştur. 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg
 17 Aralık sürecinden sonra Fethullah Gülen'in ilk bir ayını pişmanlıklarla geçirdiğini, mağlubiyeti hazmedemediğini biliyorum. Bu süreçten sonra kendisine olan ilginin azalması psikolojisini olumsuz etkiler, normalde yapmayacağı bir hareketi yapacak duruma gelebilir. 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg
 Fethullah Gülen in iki temel hedefi vardır. Birincisi 'üst akıl'ı memnun etmek, diğeri ise dünya üzerinde bu anlayışı entegre etmektir. Bu üst akıl dershaneler konusunu fırsat bilerek, Gülen'in hükümete karşı harekete geçmesini sağladı. Devlet içinde yatay bir büyüme gerçekleştiren Paralel Yapı, dikey büyüme sürecine geçerek devletle çakıştı. CIA ve FBI tarafından Paralel Yapı'ya ait kültür merkezlerinde yetiştirilmiş kadroya değişik eğitimler verdi. 


 Gülen'in yakın çevresine 17 Aralık süreci ile ilgili "Keşke şimdi yapmasaydık" dediğini duydum. Bu şekilde konuşmasının nedeni ise yapılan hareketten sonuç alınamaması. Eğer bu sonuç alınsaydı; Gülen, Humeyni misali yurda dönecekti. Bu başarısızlık aynı zamanda cemaatin ABD ve İsrail nazarında prestij kaybetmesine neden olmuştur. Bu nedenle hükümeti zayıf düşürmek amacıyla Ayasofya konusu gündeme getirilmiştir. 

EŞİME 'ONDAN BOŞAN' DEDİLER
 


http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg
 Kızım Fatih Üniversitesi'nde okurken okula yakın olması sebebiyle sadece ailedekilerin bildiği bir ev tutmuştum. Eşim de kızımla aynı evde kalıyordu. İsimlerini bilmediğimiz iki bayan gelerek eşimin benden boşanması hususunda telkinde bulundu. Bu teklif 3 kez de sokakta önüne çıkmak suretiyle tekrarlanmıştır. Sadece aile fertlerinin bildiği bir ev, takip yolu ile tespit edilmiştir. 

PARA TRAFİĞİNDEN ÖZCAN SORUMLU
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg
 İllerde "himmet" ve "bağış" adı altında paralel yapılanma için toplanan paraların 15'te biri Gülen'in kendisine getirilirdi. Gülen ise bu parayı genel bütçeye bakan Mütevelli Heyeti'ndeki isimlerin başındaki isim Mustafa Özcan kanalı ile gerekli yerlere aktarırdı. Mustafa Özcan tüm para trafiğini kontrol eder. 

İŞADAMLARI KANDIRILIYORDU
 
http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg
 Himmet toplantısında bulunduğum zamanlarda büyük rakamların söylendiğini görüp maddi durumu iyi olmayan arkadaşlarımın büyük paralar bağışlayacağını duyunca şaşırırdım. Orada o arkadaşın vaat ettiği büyük parayı nasıl vereceğini sorduğumda onun teşvik için diğer şahısların bağışını artırmak için söylendiğini öğrendim. Himmet toplantılarına bu olaydan sonra bir daha gitmedim. 

SABAH


Latif Erdoğan Fethullah Gülen'i kendi silahıyla vurdu

A Haber ekranlarında Milli Güvenlik Kurulu'nun verdiği "Paralel Yapı ile mücadele” kararını değerlendiren Latif Erdoğan, seçim dönemlerinde meydanlarda konuşulan konular artık devlet politikası haline gelmiştir." dedi.


GÜLEN'İN GENEL KARAKTERİ, GÜCE TESLİM OLMAK!

Latif Erdoğan'a, 28 Şubat sürecinde Fetullah Gülen'in Çevik Bir'e mektup yazarak okulları teslim etmek istediğini ancak, dershanelerin kapanması üzerinden AK Parti hükümetine karşı Paralel Yapı'nın açtığı savaşı hatırlattık.

Erdoğan, "O dönemdeki teslimiyet, güce karşı teslimiyetti. Zaten o, Gülen'in genel karakteridir, güce karşı teslim olur. Fakat burada kendisini daha çok güçlü kabul ettiği için bir atraksiyon yaptı o da geri tepti" dedi.

KAYNAK: Yeniakit

 FETHULLAH GÜLEN TARAFINDAN HAKKINDA AÇILAN 12 CEZA VE TAZMİNAT DAVASINA RAĞMEN PARALEL YAPIYI DEŞİFRE ETMEYE DEVAM EDEN GÜLEN’İN ESKİ İKİNCİ ADAMI LATİF ERDOĞAN BUGÜN SERT BİR YAZI KALEME ALDI.


Neden savcılığa ifade verdiğini anlatan Latif Erdoğan sosyal medya üzerinden yürüyen kara propagandaya ve yıldırma kampanyalarına "hodri meydan" dedi.

İŞTE LATİF ERDOĞAN'IN BUGÜNKÜ YAZISINDAN BAZI BAŞLIKLAR:

ANKARA'DAN ÜST DÜZEY BİR YETKİLİ ARADI VE RANDEVU İSTEDİ

Dört ay kadar önce, Ankara Emniyet'ten üst düzey bir yetkili beni telefonla aradı ve görüşmek üzere randevu istedi; memnuniyetle kabul ettim, birkaç gün sonra da evime geldiler, sohbet edip görüştük. Paralel yapıyla ilgili medya yoluyla söylediklerimin resmi bir işleme dönüşebilmesi için tanıklık yapıp yapamayacağımı sordular. Cevaben şunları söylediğimi hatırlıyorum: Medya yoluyla söylediklerimin tümünün arkasındayım; ve söylediklerimi ömrümün sonuna kadar da savunurum. Ancak benim söylediklerimin hukuki bir belge niteliği taşıyıp taşımayacağı yargının bileceği bir husus. Şu anda, ülke olarak çok büyük bir kaosa sürükleniyoruz. Paralel yapı bunun baş aktörü. Cemaati de kuşatmış durumdalar. Devlet- millet el ele bu badireyi aşmak zorundayız. Paralel yapının atraksiyonlarından ülkenin zarar göreceği kesin; fakat kesin olan bir başka yön de cemaatin bitip tükeneceği gerçeği. Devletin, bu tehlikeyi önlemek adına yapacağı her türlü faaliyete; hukuk çerçevesi içinde kalmak; kurunun yanında yaşı da yakmamak kaydıyla, gücüm ölçüsünde katkıda bulunurum; ve bunu da vatani bir vazife addederim.
Muhataplarım da aynı görüşte olduklarını; özellikle suçsuzların ayrıştırılması adına çok ciddi özen gösterildiğini ifade ettiler. Gündemdeki başka konular üzerine de sohbet ettik; izin isteyip ayrıldılar.

İki hafta kadar sonra, üç kişilik bir ekiple gelip ziyaret etmek istediklerini yine telefonla bildirdiler; kabul ettim, yine evimde buluştuk. İki-üç saat diye başladığımız sohbet, saatlerce sürdü. Konuşmalarımı kayda alıp alamayacaklarını sordular; alın dedim. Görüntülü kaydı da kabul ettim. İsterseniz sizi gizli tanık olarak dinleyelim, dediler. Asla, dedim. Ve devam ettim; sizleri tanımıyorum, belki sizler de cemaat üyesi polislerdensiniz. Ancak şunu biliniz ki, size yaptığım ve yapacağım konuşmaların bütününü bizzat Hocaefendinin yüzüne karşı da söyleyemeyecek olsam, kesinlikle size de konuşmazdım. Ben bu ifadelerin asla gizli kalmayacağını, basına yansıtılacağını; hatta savcının eline geçmeden belki de bir nüshasının Gülen'e gönderileceğini bilerek ve düşünerek konuşuyorum. Hatta bu durum gerçekleşirse ayrıca sevinirim; çünkü kendisine mesajlarımı doğrudan ulaştırmış olurum, dedim. 

VERDİĞİM SAVCILIK İFADESİ BİR İNTERNET SİTESİNDE HABER YAPILDI
Aradan bir ay kadar bir süre geçti; aynı ekipten bir telefon daha aldım; daha önceki görüşmemizde atlanılmış bazı konular olduğunu fark ettiklerini, bunlarla ilgili bir görüşme daha yapmak istediklerini söylediler. Olur, dedim, geldiler, görüştük. Zaten, yüreklerinin vatan aşkıyla yanıp tutuştuğuna şahit olduğum bu fedakar vatan evlatlarına hayır demem de mümkün değildi.

Sordukları sorular yine benim medya yoluyla konuştuğum konulardı. Bu arada, paralel yapıyla ilgili oldukları kabul edilen kişilerle ilgili benden de bilgi istenildi. Yüzden fazla isim soruldu. Çoğunu tanımadığım için cevapsız bıraktım; onlar zapta geçirilmedi. Tanıdıklarım hakkında, özellikle paralel yapıyla ilişkisi olmasını imkansız gördüğüm kişiler üzerindeki kanaatimi bu yönde tasrih ettim; onların bir kısmı da zabıttan çıkarıldı. 

Tahminimde yanılmamıştım. Daha dosya münderecatına girmeden, tanık olarak verdiğim ifadeler, alıntılar halinde bir internet sitesinde haber yapıldı. Sonra da başta Gülen olmak üzere, ifadelerimde adı geçenler soluğu müşteki sıfatıyla savcılıkta aldı. Geçenlerde bu ifadeler bütünüyle bir ulusal gazetede manşetten verildi. Şu anda sökün edip gelen soruşturmalara cevap yetiştirmekle meşgulüm. Sürekli alınan takipsizlik kararları da hızlarını kesmeye yetmiyor. Ben de bu müfterilere, iftira davası açsam mı diye düşünüyorum..

TEK BİR PARALELCİ KALMAYINCAYA KADAR MÜCADELE EDECEĞİM

Bakın ey müfteriler, şu ülkede tek bir paralelci kalmayıncaya kadar, Allah'ın izni ve keremiyle sizlerle mücadeleme devam edeceğim; bunu kıt aklınızın bir kenarına böylece yazın, bu bir.

Benim dediklerimin, söylediklerimin, anlattıklarımın hukuki bir karşılığının olup olmadığı beni değil yargıyı ilgilendirir, kararı ne siz ne de ben verecek değiliz, bu iki.
Yargının elinde, ayrıca benim somut delil göstermeme gerek kalmayacak kadar, hem de çok fazlasıyla delil var, bu üç.
Benim anlattıklarım, milli hafızaya aynen kaydediliyor, bunlarla tarihe not düşülüyor; ve sizlerle alakalı maşeri vicdanın kararı şekilleniyor, bu dört.
Ne yaparsanız yapın, nereye kaçarsanız kaçın, bir gün adalet karşısında yaptıklarınızın hesabını vermekten kurtulamayacaksınız, bu beş.
Ve bir gün, bu konularla ilgili bir kitap yazarsam, tanık olarak verdiğim ifadeleri, noktasına virgülüne dokunmadan aynen kitabıma derç edeceğim, bu altı. 
Korkusuzluğun ne olduğunu, daha önceki paniklediğiniz dönemlerde sizlere fiili olarak çok gösterdim, öğretmeye çalıştım; öğrenemediniz, bu dersimi bir kez daha, bu sefer size karşı tekrar etmiş olacağım, bu da yedi. 

Latif Erdoğan/Akit


-Cemaat kime hizmet ediyor?
-FG neden amerikada?
-Dinler arasi diyalog safsatasini neden cemaat üstlendi?
-İstihbarat bilgilerini cemaat neden toplar?
-Hosgoru cemaati neden bir anda nefret dili kullanmaya basladi?
-Devlet icindeki kadrolasmanin nedeni nedir?
-Sinavlarda yapilan yolsuzluklar neden?
-Hakim ve savcilarimis yetisiyor" (akrabam olan onemli bir cemaat mensubu tarafindan ifade edilmistir) sözü aciklanabilnir mi?
-Yolsuzluk adi altinca cemaate mensup adli ve yargi mensuplarinca yapilan operasyonlarin arka planinda neler vardi?




Yahudi işadamı David Kazado'dan şok açıklamalar Türkiye'de olay yaratac...

26 Kasım 2014 Çarşamba

İSLAM BİRLİĞİNDE HALİFELİK NASIL OLMALIDIR ?

İslam Birliği’nin kurulması sadece İslam aleminin değil, her dinden, her milletten ve her düşünceden insanın kurtuluşu olacak.

1. Bütün ümmetin itaat etmesi, bağlanması, emrine girmesi gereken halifenin seçimi mevcut şartlarda öncelikli değildir. Önce ülkelerin âkıl ve âlim kişileri gerektiği kadar toplantılar yapmalı, İslam'ın ittifaklı temel ilkelerini rehber edinerek müzakereler ve danışmalar sonunda İslam dünyasının temel problemlerini, bunların sebeplerini ve çözüm yollarını ortaya koymalıdırlar.

2. Bu çözüm yollarından biri olarak ülkelerin halkları arasında, âkıl ve âlimlerinin öncülüğünde kardeşçe ilişkiler başlatılmalıdır.

3. Mevcut yönetim şekilleri farklı olduğu gibi yöneticilerin makam ve mevkilerini bırakma niyetleri de yoktur. Bu yüzden ortaya çıkacak yan çizmeler, direnişler ve bozgunculuklar olabilecektir. Bunları daha baştan engelleyecek tedbirler üzerinde düşünülmeli ve ümmetin yeniden oluşumuna (ihya veya inşasına) giden yolda ilk şart, ülkelerin rejim ve yöneticilerini değiştirmek olmamalıdır.

4. Mevcut yönetim şekillerine ve yöneticilere dokunmadan (işe buradan başlamadan) yapılacak çok şey vardır. Önceliklere titizlikle riayet edilmelidir.

5. Belli bir ilerleme sağlandıktan ve bir ortak güç (otorite) oluştuktan sonra İslâmî bakımdan meşru olmayan hususlarda ısrar edenleri önce ıslaha çalışılmalı, bu mümkün olmadığında yola ve yolculuğa zarar vermeyecek şekilde ortak eylemlerle tasfiye cihetine gidilmelidir.

6. Âlimler birliği (bir manada ülü'l-emr, ehlü'l-halli ve'l-akd) İslam dünyasının birlik şeklini belirledikten sonra bu birliğe başkanlık edecek şahsı (bu manada halifeyi) belirlemeye sıra gelecektir.

7. Halifenin mutlaka bir devletten, bir ırktan, bir coğrafyadan… olması gerekmediği gibi şartlar zorluyorsa dönüşümlü olması da mümkündür. Diyelim ki bir 'İslam Birliği' kuruldu, bu birliğe bütün İslam ülkeleri üye oldular, bazı konularda ülkeler yetkili, bazı konularda da Birlik yetkili oldu. Bu takdirde Birlik, belli bir süre için bir ülkenin başkanını veya başka bir uygun şahsı seçer, süre sonunda Birlik anlaşırsa aynı şahıs başkanlığa devam eder, anlaşamazsa önceden belirlenmiş kurala göre başkası başkan olur.

8. Başkanın yardımcıları ve danışma kurulu farklı ülkelerden ve en uygun adaylar arasından seçilir.

Tabii bu yazdıklarım benim düşün-cemdir; tartışmaya veya ikmale açıktır. Olmaması gereken ise bir yerde birileri çıkıp kendilerini Halife, Mehdî, Mesih ilan etmesi, ümmeti bağlanmaya davet etmesi, kabul etmeyenlere savaş ilan etmesi, Müslüman ve gayr-i müslim masum (kanı ve canı haram) olan insanları katletmesi ve

bunu da İslam adına yapmasıdır.

BEDİÜZZAMAN'IN TÜM HAKLARI DİYANETE VERİLDİ

Bediüzzaman Said Nursi'nin eserleri üzerindeki haklar, Diyanet İşleri Başkanlığına verildi.


"Eser Sahibi Sait Okur (Bediüzzaman Said Nursi) Olan Eserler Üzerindeki Hakların Diyanet İşleri Başkanlığı Tarafından Kullanılmasına İlişkin Karar", Resmi Gazete'nin bugünkü sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Kararda, eser sahibi Sait Okur'un eserlerinin Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'ndan kaynaklanan tüm hak ve yetkilerinin Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğu belirtildi.

Alınan karara göre Risale-i Nur'lar Diyanet İşleri Başkanlığınca, ya da Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği izin veya yetki çerçevesinde kişi ve kuruluşlarca işlenebilir, çoğaltılabilir, yayımlanabilir, temsil edilebilir veya işaret, ses ve görüntü nakline yarayan araçlarla umuma iletilebilir hale gelecek. Diyanet İşleri Başkanlığınca verilen izin veya yetki çerçevesinde hareket edilmediğinin ya da eserlerin aslına uygun olma koşuluna riayet edilmediğinin tespiti halinde hukuki süreç başlatılacak.



RİSALE-İ NUR'DA MEHDİLİK : Yazar: Şaban Döğen

Mehdî Gelmeden Önce
Ebedî hayatların tehlikeye düştüğü, en dehşetli fitnelerin yaşandığı âhir zamanda yazılmış bir Kur'ân tefsiri vardır: Risale-i Nur… Sergilediği hizmet ve faaliyetlerle ehl-i îmanın gönlüne su serpen, 6000 sayfayı geçen, yüz otuz parçadan meydana gelen, iki yüz kadar önemli meseleye özellikle neşter atıp çözüme kavuşturan bu seçkin külliyatın, âhir zamanın dehşetli hadiselerine karşı ilgisiz kalması, yorum ve tedbirler getirmemesi elbette düşünülemez.
Daha yüzyılın başlarındayken Osmanlının en büyük dinî kurulu olan Daru'l-Hikmeti'l-İslâmiye'de vazife gören Bediüzzaman'dan, âhir zamanla ilgili hadislerin izahı istenmiş, o da kimsenin içinden çıkamadığı bu hadisleri son derece makûl bir tarzda tevil ve izah etmişti.
Bu izahlara baktığımızda, İslâm Deccalı olan Süfyanın dehşetli fitnesinin Müslümanlar arasında görüleceğini öğreniyoruz. Aldatmakla iş gören Süfyan,(1) ehl-i nifakın başına geçip nifak perdesi altında işlerini yürütür, şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tahribine çalışır.(2) Ehl-i îman, onu, şanlı, kahraman bir milletin mağlubiyeti esnasında istidraçlı, şanlı, bahtı açık ve kurnaz bir kumandan olarak gördüğü için, gizli ve dehşetli mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla alkışlar, başına kor, kötülüklerini örtmek ister.(3)
Oysa masum insanları parçalayan bir canavar hoş görülemeyeceği gibi, saçtığı dinsizlik tohumlarıyla binlerce insanı îmansız ederek ebedî hayatlarını mahveden Süfyan hoşgörülemez. Ona gösterilebilecek en küçük bir hoşgörü, sevgi, taraftarlık dahi zulme ortak olmak demektir, masumlara karşı işlenmiş büyük bir zulümdür. Deccalı bunca tahribatına rağmen ehl-i îmanın gözünde masum gösterecek ve öyle yorumlanabilecek davranışların tevili mümkün olmadığı gibi Deccalın gölgesinde de salim bir hizmet yapılamaz.
Şu var ki Süfyan, insanları sonsuza dek kandıramayacak, gün gelip foyası bütün bütün meydana çıkacak, gerek Müslümanların ve gerekse ordunun maddî ve mânevî desteğini kaybedecektir. Çünkü,
Kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin, ruhundaki nur-u îman ve Kur'ân ışığıyla hakikat-i hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı,” “kahraman ordunun dizginini onun elinden kurtaracağı”(4)
rivayetlerden anlaşılmaktadır.
Yine rivayetlerden anlaşıldığına göre Âl-i Beyt-i Nebevîden Muhammed Mehdî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan münafıkâne cereyanı öldürüp dağıtacak,(5) tahribatçı, bid'atkâr rejimini tamir edip Sünnet-i Seniyyeyi ihya edecektir.

Mehdî Beklentisi

Üç devir yaşayan, Risale-i Nurları telif etmeden çok önce Hürriyetin başlarında Osmanlı üzerinde oynanan oyunları, Osmanlının günden güne çökmekte olduğunu, inananların büyük bir ümitsizliğe düştüğünü fark edip bu gidişe dur diyebilmek için bir yandan canhıraş bir gayret içerisine giren Bediüzzaman, bir yandan da onları, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye tesellî etmeye çalışıyordu.
Bediüzzaman bu ümitle hem dehşetli hadiselere karşı dayanıyor, hem de ehl-i îmanın îmanlarını takviye etmek için müjdeler veriyordu. Ne var ki tevil ve tabir etmeksizin bu nurun geniş dairede, siyaset âleminde çıkacağını tasavvur ediyordu.
Sonradan Bediüzzaman, bu nur ve ışığın Risale-i Nur olarak tecellî ettiğini söyler.(6) Bunu bir yazısında dile getirirken de, ihtar-ı gaybî olarak kat'î bir kanaat tarzında kalbine gelen mânâyı şöyle anlatır:
Ciddî bir alaka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Işık var, Bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri sizin hakkınızda, belki îman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi ehemmiyetli Risale-i Nur'dur.”(7)
Bozulma daha çağın başlarındayken kendini gösterdi. Avrupa'yı körü körüne taklid, ilmini, fennini alma yerine sefahetine duyulan özenti, Müslümanın kimliğinden çok şeyler alıp götürdü. İnançsızlık rüzgarları esmeye, küfür tohumları ekilmeye, ahlâksızlık meyveleri toplanmaya başladı. İslâmî, insanî ve ahlakî değerlerde büyük bir yozlaşma oldu. Bu durum, çağın ikinci yarısında ise tarihte benzerine rastlanmayacak derecede büyük bir hız kazandı. Mânevî tahribat arttıkça arttı. Fen ve felsefe inançsızlığa âlet edilmeye, maddecilik ve tabiatçılık tâûnu dört bir yana yayılmaya başladı. Din harap, îman türap oldu. Dine, dindarlara hücum edilmeye, din bir afyon telakkì edilip saldırılmaya başlandı. Bin yıldır İslâmın aleyhinde birikegelen şüpheler bir anda kusuldu. Mukaddesat namına ne varsa bütününe, sistemli ve münafıkâne bir tarzda savaş açıldı. Sosyal hayattaki çözülme, dikenli meyveleri yıllar sonra görülecek derecede hızlandı. İnançlar kayboldu, ahlâk bozuldu, güven duygusu öldü.
Ve insanlık bir mehdî ve müceddidi dört gözle bekler oldu.
Öyle ki Bediüzzaman, Şark vilayetlerine yaptığı ve Meşrûtiyeti anlattığı seyahatlarında, kendisine, “Bazı adam sizin dediğiniz gibi demiyor. Belki, ‘Mehdî gelmek lâzımdır’ der. Zira dünya şeyhûhet (yaşlılık) itibariyle müşevveşedir (karışıktır), İslâmiyet ağrazın (maksatlı kimselerin) teneffüsü ile mütezelliledir (sarsılmaktadır)” sorusuna şu cevabı vermişti:
Eğer Mehdî acele edip gelse, baş göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya ve mümehhed oldu (hazırlandı); zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücutpezîr olur (boy gösterir). Rahmet-i İlâhî şe'nindendir ki, şu milletin sefaleti nihayetpezîr olsun (son bulsun).”(8)
Bu sözlerini Bediüzzaman yüzyılın ilk çeyreğinde söylemişti. Ama ikinci çeyreğinde eski günleri arattıracak gelişmeler olmuş, Deccalâne hadiseler sahnelenmiş; İslâma, Kur'ân'a savaş açılmış, İslâm adına ne varsa yok edilmeye çalışılmıştı. Dolayısıyla Mehdî önceki dönemlere nisbetle daha çok beklenir olmuştu.
Bediüzzaman, başka bir yerde bu ihtiyacı şöyle dile getirecekti:
Evet, bu zaman; hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukùk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gâyet ehemmiyetli birer müceddit ister.”(9)

Her çağ nasıl ki bozulan dünyayı düzeltmek, sünnet-i seniyyeyi yeniden yerleştirmek için bir nevi mehdîler bulmuş ve bunların herbiri Mehdî Âl-i Resûlün diyanet, siyaset, cihad sahalarındaki vazifelerinden sadece bir tanesini yapmışlar. Hayatın bütün yönlerinin fesada uğradığı bir zamanda ise elbette îman, diyanet, hukuk, siyaset, saltanat, cihad sahalarını içine alacak derecede geniş bir ihya hareketi gerekecektir.
Âhir zamanın böylesine en büyük fesadı zamanında, bütün bunların üstesinden ancak, “en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât–ı nurânî”(10) gelebilir.
Hususî, cüz'î, yalnız şahsî hizmetlerle veya mağlûbâne perde altında, bid'alara musamaha sûretinde ve teviller ile bir nevi tahrifat içinde tam hizmet yapılamadığı(11) gibi Deccal ve Süfyanın tahribatları da tamir edilemez.
Tahribatın, hayatın dört biryanını kuşattığı, îman binasının temeline dinamit konulduğu, îmanların olduğu kadar sosyal hayatın da alabora edildiği, hak ve hürriyetlerin ayaklar altına alındığı, siyasetin de bundan payına düşeni aldığı bir dönemde Mehdîden başka ne beklenebilirdi?
Evet, hayatın her yönü tecdid, yani yenilenme istiyordu. Tamiratı çok yönlü yapmak gerekiyordu. Tecdide, tamire ise elbet bir yerlerden başlanacaktı. Önem derecesine göre bir sıralama yapılmalıydı.
Bediüzzaman da öyle yaptı. “Fakat en ehemmiyetlisi, hakàik-ı îmaniyeyi (îman hakikatlerini) muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür” diyordu. Şeriat ve hayat-ı içtimâiye ve siyasiye dâireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kaldığını söylüyor ve hadis-i şeriflerde dini yenilemeye fazlasıyla önem verilmesinden maksadın îmânî hakikatlerdeki tecdid olduğunu belirtiyordu.(12)
Evet, eksik, şüphe ve tereddütler içerisinde kıvranan, sağlam ve tahkikî îmanı elde edememiş bir kimseden toplum hayatının huzuru için gerekli olan sevgi, saygı, dayanışma, yardımlaşma, fedakârlık, dürüstlük, çalışkanlık gibi güzel hasletler gerektiği gibi beklenemezdi. Hele bir kalbe inançsızlık yerleşti mi o kalbin sahibi canavarlaşır, insanî değerlerden kopar, zulüm, anarşi, çıkarcılık, kaba kuvvet, istibdat gibi acı ve dikenli meyveler vermeye başlardı.
O halde ilk yapılacak iş küfür bataklığında boğulmakta olan insanları kurtarmak, îmanları kuvvetlendirmek olmalıydı.

Îman Hizmetinin Önemi

Îman nasıl İslâm'ın temeli ise, îmana hizmet de her şeye önceliği olan bir hizmettir. Çünkü îman dünya ve âhiret saadetinin temel taşıdır.
Îmansızlık ise en büyük felâkettir. Sadece dünyayı cehenneme çevirmekle kalmaz, âhirette de cehennem meyvelerini verir.
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ömrü boyunca bu hizmeti esas edinmiş, ümmetinin dikkatlerini bu noktaya çekmişti. Konuyla ilgili birçok hadislerinden biri şöyledir:
“Senin vasıtanla bir kimsenin îmana kavuşması, senin için sahralar dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.”(13)
Dün din ve îman birçok kanallarla korunmaktaydı. İslâma sembol ve işaret olan şeâirler her vesileyle canlı tutuluyordu. Ahir zaman fitneleri henüz bütünüyle ortaya çıkmamıştı.
Çağımız ise dinin dayanaklarının yıkıldığı, şeâirin tahribe maruz kaldığı, âhir zaman fitnelerinin bir bir su yüzüne çıktığı dehşetli günlere sahne oldu.
Taklidî îmanın istinad kalelerinin sarsıldığı bir dönemde, inananlar cemaat halinde yapılmakta olan bunca hücuma ancak tahkikî bir îmanla dayanabilirlerdi.
Geçmiş asırlarda toplumda İslâmî bir hava vardı. İnsanlar genelde inanır, inançlarının gereğini yerine getirmeye çalışırlardı. Ama günümüzde birçok insan okudukları fen ve felsefe sebebiyle ya materyalizme, ya da tabiatçılığa kaymış, huzurunu yitirmekle kalmamış, toplumun huzurunun da kàtili olmuştur. Böyle bir anda îman hizmetinin ne derece önem kazandığı tartışma götürmez.
Hatta öylesine önem kazanır ki, onunla meşgûliyet bunun dışında her şeyi, bilhassa câzip görülen siyaseti dahi terk etmeyi gerektirir. Çünkü Bediüzzaman'ın belirttiği gibi günümüzde her şeyi kendi hesabına alan fevkalâde hâkim cereyanlar var. Harekâtı o cereyanlara kaptırmamak için siyasetten feragat etmek gerekir.
“Tâ ki îman hizmeti, safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin…”(14)
Başka bir yerde de Bediüzzaman, îman hizmetinin önemini anlatırken, siyasetle bir karşılaştırmasını yaparak şu ifadeleri kullanıyor:
Madem bu zamanda, her şeyin fevkinde hizmet-i îmaniye bir kudsî vazifedir; hem kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil (geçici ve değişken) siyaset daireleri ebedî, daimî, sâbit hizmet-i îmaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz.”(15)
Hatta îman hizmetinin sonucu olan, herkeste özellikle halkta, özellikle siyasîlerde, özellikle bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece daha geniş görünen İslâmın hâkimiyeti bile gerçekte bu îman hizmeti derecesine çıkamamaktadır.(16)
Hattâ bu hizmet Bediüzzaman'ın gözünde, sadece siyaseti, siyasetle veya daha başka sûretlerde ulaşılabilecek maddî, daha da öte birçoklarının gâye-i hayat edindiği mânevî makamları dahi terk etmeyi gerektirecek derecede önemlidir. Onun içindir ki Bediüzzaman, lâyık olduğu ve lâyık görüldüğü halde en yüksek mânevî makamları dahi kabullenmemiş, “Hizmetkârlığı makàmâta (mânevî makamlara) tercih ederim” demiş, “Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini fedâ eder; öyle de ehl-i îmanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi fedâ etmeye, Risale-i Nur'dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim” demiş, îmanları kurtarma, koruma ve güçlendirmeyi kendine program, meslek, gâye-i hareket ve hedef edinmişti.
Öyle ki Bediüzzaman, hakikat-ı ihlâsın, kendisini şan ü şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere, vesile olabilen şeylerden menettiğini, hâlis bir hadim olarak hakikat-ı ihlas ile, her şeyin üstünde îman hakikatlerini on adama ders vermenin, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli gördüğünü de belirtir. Ona göre, ihlasla îman hakikatlerini ders verme büyük bir kutup olup da binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetlidir. Bu hususu da şöyle açıklar:
“Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini, ‘Husûsî makamından ve hususî hissiyatından geliyor’ nazarıyla bakıp, mağlup olarak dağılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makàmâtlara tercih ediyorum.”(17)
Evet, Bediüzzaman'ın omuzladığı bu hizmet tahkîkî îmanı kalblere nakşederek biçare insanları ölümün îdam-ı ebedîsinden kurtarmayı, milleti de her türlü anarşilikten muhafaza etmeyi hedefliyordu. (18)
Bu îman hizmetiyle aynı zamanda Hıristiyanlığı mağlup edip anarşiliği yetiştiren Kuzeyde çıkan dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevî istilâsına set çekilecekti. Risale-i Nur bu konuda bir sedd-i Zülkarneyn vazifesi görmekteydi. (19) Çünkü bu cereyan siyaset ve diplomatlıkla önlenemezdi. (20)
Öte yandan bu hizmet, en zor şartlarda, hem de büyük imkânsızlıklar içerisinde yürütülmekteydi. Ama bir çırpıda hayret edilecek derecede îman hakikatlerinin işlendiği altıyüz bin nüsha kitap çocuklara, çobanlara varıncaya kadar nice gönüllü tarafından yazılarak ortaya çıkıvermişti.
Daha da bu hizmet, Sedd-i Zülkarneyn'i yıkıp dünyayı fesada veren Ye'cüc ve Me'cüc gibi İslâmın seddini sarsmaya çalışan Ye'cüc ve Me'cücden daha müthiş ahlâk ve hayatta meydana gelen karanlıklı anarşilik ve zulümlü dinsizliğin fesad ve ifsadına, tahribatına karşı güçlü bir set teşkil ediyordu. (21)
Olağanüstü denilebilecek derecede bir başarıydı bu.
Bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adamın yirmi günde yapamadığı, bir adamın tahribatına karşı yirmi adamın çalışma zorunda olduğu düşünülürse, binlerce tahribatçının karşısına kale gibi dikilen, harika tesirleri görülen bu hizmet, eğer karşısına denk bir kuvvetle çıkılabilseydi mu'cizevârî muvaffakiyet ve fütûhat görülürdü.
Ne var ki, efkâr-ı âmmede, hayata düşkün insanların nazarında îmandaki tecdidden çok, görünüşte geniş ve hâkimiyet noktasında câzibedâr olan sosyal hayat ve siyaset daha ziyade ehemmiyetli görünüyor, halk bu açıdan bakıp mânâ veriyorlardı.(22)
Her ne kadar efkâr-ı âmmede sosyal hayat ve siyaset cazip görünse de önceliği îmandaki yenilenme alacaktı. Îman hizmetinin bir sonucu olan şeriatın icrâ ve tatbiki, ittihad-ı İslam gibi önemli hizmetler pek parlak, çok geniş dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan umûmun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünse de bu îman, yani ehl-i îmanı dalâletten kurtarma ve tahkiki îmana ulaştırma hizmeti bunlardan üç dört derece daha kıymetliydi. (23)
İşte Risale-i Nur, hizmetini bu noktada yoğunlaştırmış, ağırlığını bütün bütün buna vermişti.
Onun için de Bediüzzaman bir şükran-ı nimet olarak Risale-i Nur ve şahs-ı mânevîsinin tecdid vazifesini yaptığını belirtecek ve şöyle diyecekti:
“Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatine ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsine, hakàik-i îmaniye muhafazasında (îman hakikatlerini korumada) tecdid vazifesini yaptırmış.”(24)
Böyle davranmaya, yani tecdide ağırlık vermeye âhir zamanla ilgili hadislerde yer alan şahısların çıktığını görmesi itmişti Bediüzzaman'ı. İngilizlere karşı verdiği mücadele ve onlarla ilgili yazdığıHutuvât-ı Sitte isimli eseri sebebiyle ödüllendirilmek için Ankara'ya çağrıldığı zaman, bunları görmüş, kendisine yabana atılmayacak büyük makamlar vaadedildiği halde kabul etmemiş; dünyayı, siyaseti, hayat-ı içtimâiyeyi terk edip yalnız îmanı kurtarma hizmetine kendisini vakf etmişti.(25)
Evet o, hadislerin haber verdiği âhir zamanın dehşetli şahıslarının İslâm ve insanlık âleminde zuhur ettiğini görmüş ve yine gelen rivayetlerden, onlara siyasetle değil, ancak mânevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'ân'ın nurlarıyla mukabele edilebileceğini öğrenmiş ve bu tavsiyeye uyarak, kendisine vaadedilen onca makam ve mevkileri tekmeleyip Ankara'yı terk etmişti. Hattâ ayrılmaması için istasyona kadar gelen mebusların ricalarına da uymamış, Van'a gidip Erek Dağı eteğinde Zernabad suyu başında ömrünü geçirmeye karar vermişti.(26)

Hz. Mehdînin Üç Vazifesi

Bediüzzaman ve Risale-i Nur denilince, helâket ve felâketlerle dolu, îmanların ve İslâmî hayatın tehlikeye düştüğü asrımızda, beşeriyeti bu girdaptan kurtarmak için cansiperâne mücadele veren bir İslâm kahramanı ve onun kaleme aldığı müstesnâ bir külliyat hatıra gelir.
Günümüzde şüphesiz îman ve Kur'ân'a ihlas ve sadakatle hizmet eden birçok cemaat vardır. Ancak bu konuda Bediüzzaman ve Risale-i Nurların yerinin önemi ve büyüklüğü tartışma götürmez. Ehemmiyeti üzerinde bir parça durduğumuz bu kutsî hizmet için varlığını ortaya koyan, onun için yaşayan, bu uğurda ölümü dahi göze alan Bediüzzaman'ın, bir ihsan-ı İlâhî olarak değerlendirdiği Risale-i Nur Külliyatı sayesinde îmanlarını kurtaran yüzbinlerce, hatta milyonlarca insan, Bediüzzaman'ın îmandaki tecdidi başarıyla yaptığının birer delilidir.
İşte Bediüzzaman'ın üstlendiği bu muazzam hizmet sebebiyle eserleriyle îmanlarını kurtaran nice insan ona büyük bir muhabbet ve hürmetle bağlanmış, yüzyüze olduğu gibi mektuplarıyla da bu duygularını ifade etmeye çalışmışlardır.
Bediüzzaman, birçoğunun içlerinde sakladığı, bir kısmının da dile getirme ihtiyacı hissettiği bu duygu ve düşüncelerini öğrendiğinde meselenin açıklığa kavuşturulması gerektiğini görmüştü. “Nur'un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakird”inin, çok kişi namına sorduğu,
“Nur'un halis ve ehemmiyetli bir kısım şâkirdleri, pek musırrane olarak âhir zamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binâen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise tezattır, her halde hallini istiyoruz?”
şeklindeki soruya bir mektupla cevap vermişti.
Bediüzzaman, bu mektubunda, o has Nurcuların ellerinde bir hakikat bulunduğunu ifade edip iki cihette tabir ve tevil gerektiğini söylüyordu.
Mehd-i Âl-i Resûlün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin îman, hayat ve şeriat olmak üzere üç devresi bulunmaktaydı. Çabuk Kıyamet kopmaz, beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacaktı.
Bediüzzaman îman, hayat ve şeriat olarak sıraladığı bu üç vazifeden birincisi ve en önemlisinin îmanları muhafaza etme ve kurtarma olduğunu söylüyordu. Çünkü fen ve felsefenin tasallutu, maddecilik ve tabiatçılık taûnunun yaygınlaşmasıyla îmanlar tehlikeye düşmüştü.
Bu vazife o kadar önemliydi ki, hem dünyayı, hem her şeyi terk etmeyi, hem de çok zaman tetkikatla meşguliyeti gerektiriyordu. Onun için de bu vazifeyi bütünüyle bizzat Hz. Mehdî'nin yapmasına ne vakit ve ne de o günkü durum müsaade ederdi. Hz. Mehdî, bu vazifeyi ihlas, sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan birkısım talebelerle yapacaktı. Bediüzzaman, bu talebelerin her ne kadar az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli olduklarını belirtir.
İkinci vazifesi hilafet-i Muhammediye ünvanı ile şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Hz. Mehdî, bunu, İslâm âleminin birliğini dayanak noktası yapıp gerçekleştirecek, insanlığı maddî ve mânevî tehlikelerden ve gadab-ı İlâhîden kurtaracaktı. Bunun için ise milyonlarca ferd lâzımdı.

Üçüncü vazifesi de ehl-i îmanın mânevî yardımları, ulemâ ve evliyanın, bilhassa kuvvetli ve sayıca çok ve milyonları aşan seyyidler cemaatinin iştirakiyle zamanın inkılablarıyla zedelenen Kur'ân ahkâmını ve Şeriat-i Muhammediye kànunlarını yeniden tesis etmesiydi. Hz. Mehdî bu noktada Îsevî ruhanîleriyle de ittifak edip İslâma hizmete çalışacaktı.
Bediüzzaman, Hz. Mehdî'nin hizmet seyrini böylece hatırlattıktan sonra şu ifadeleri kullanıyor:
“Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkiki yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur Şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakkì ediyorlar. O şahs-ı mânevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîde bir nevi mümessili olan bîçâre tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar.” (27)
İfadeler gâyet açık değil mi? Başka bir yerde yer alan şu ifadeler de bu minvalde: “Hem bu üç vezâifi (îman, hayat, şeriat) birden bir şahısta yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kàbil görülmüyor. Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nûraniyesini temsil eden Hz. Mehdî'de ve cemaatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtimâ edebilir.” (28)
Yoruma açık ifadeler mi, net gerçekler mi?
Yukarıdaki ifadeler bize birkaç gerçeği birden hatırlatıyor:
Birincisi: Hz. Mehdî'nin îman, hayat ve şeriat olmak üzere üç önemli görevi vardır.
İkincisi: Bu vazifeler zamana bağlı olduğu için hepsini birden yapmasına Hz. Mehdî'nin ne zamanı yetmekte, ne de hali elvermektedir. Çünkü Mehdî'nin her halinin harika olması beklenmemelidir. Bu gerçeğe risalelerde de temas edilir. Îman, hayat ve şeriat vazifelerinin üçünü birden bu zamanda uygulamanın, bütün dünyanın vaziyetini değiştirmeyi gerektirdiği, beşeriyette carî olan âdetullaha uygun düşmediği için en büyük meseleyi esas yapacağı belirtilir. (29)
O halde bu üç vazife Hz. Mehdî'ye ait olduğuna, onun da hepsini birden fiilen yapmasına şartlar da, ömrü de yetmediğine göre geride kalan ikinci ve üçüncü vazifeleri kim yapacaktır?
Şahs-ı mânevîsi. Evet, onun başlattığı, temelini attığı bu hizmetleri şahs-ı mânevîsi sürdürecektir.
Üçüncüsü: Birinci vazife olan îman hizmetinin diğer vazifelere önceliği vardır. Bu olmadan diğerleri olmaz. Diğerleri birincisine binâ edilecek ve onun kaçınılmaz sonucu olacaktır.
Dördüncüsü: İkinci ve üçüncü vazifeler ehl-i îmanın da desteğiyle gerçekleşecektir.
Beşincisi: Bediüzzaman, bu şahs-ı mânevînin bir temsilcisidir.
Bunlar bahsi geçen mektuptan anlaşılan son derece açık ve net hakikatlerdir. Risale-i Nur'un başka yerlerinde zikredilen ifadeler de bu gerçeği teyid etmektedir.
Yalnız mektupta birinci vazife, yani îman hizmeti anlatılırken yer verilen bir kısım ifadeler var ki dikkatle bakılmadığında kafa karıştırabilmekte, yanlış anlaşılabilmekte, hatta bazılarını mehdî bekler hale getirmektedir. Şimdi bu ifadelere birlikte bakalım:
“… Hz. Mehdî'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü, hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile bu vazifeyi tam yapmış olacak.”
Meseleye, Bektaşinin namaz kılmayışına gösterdiği mazeret cinsinden bir anlayışla yaklaşılırsa, elbette yukarıdaki ifadelerden başka mânâlar da çıkarılabilir.
Fakat öncelikle mektubun, hatta Risale-i Nur'daki aynı konuların bütünlüğü, tamamlayıcılığı çerçevesinde bakılmalıdır ki, sağlıklı sonuç alınabilsin.
Îman, hayat ve şeriat vazifelerini Hz. Mehdî ve şahs-ı mânevîsinin yapacağı açık.
Birinci vazife olan îman hizmetini, büyüklüğü ve önemi sebebiyle bütünüyle yapmaya Hz. Mehdî'nin ömrünün de, halinin de elvermeyeceği de kesin.
Hayat ve şeriat vazifelerini onun şahs-ı mânevîsinin riyasetinde seyyidler ve ehl-i îman cemaatleri yapacağı konusunda ise hiçbir tereddüt yok.
Birinci vazifeyi Risale-i Nur'un îfa ettiği de açık açık belirtiliyor.
O zaman, nerde kaldı k,i yeni bir mehdî beklenilsin ve yukarıdaki ifadelerden farklı mânâlar çıkarılsın. Şu var ki burada imtihan sırrı gereği biraz perdeli gidilmiş.
Mehdî ile şahs-ı mânevîsi öylesine özdeşleşmiş ki, âdetâ bunları biribirisiz düşünemeyiz. Nitekim burada da Mehdî ile şahs-ı mânevîsi birbirlerinin yerine kullanılmış, zaman zaman “şahs-ı mânevî,” zaman zaman da onun “temsilcisi” nazara verilmiş. Konuya bir bütün olarak bakıp cümleleri dikkatle okumadığımızda elbet yanlış mânâlar çıkarılabilecektir.
Şimdi yukarıdaki cümleleri bu çerçevede açıklamalarla anlamaya çalışalım:
"… Hz. Mehdî'nin, o vazifesini (îman hizmetini) bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü, (ikinci vazifesi olan) hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. (Birincisine vakti yetmezse ikincisine hiç yetmez. Bu ikinci vazifeyi şahs-ı mânevîsi yürütecektir.) Herhalde o vazifeyi ondan evvel (yani ikinci vazifeyi gerçekleştiren şahs-ı mânevîden önce) bir taife (temsilcisi) bir cihette görecek. O zât (yani ikinci ve üçüncü vazifeleri yürütecek şahs-ı mânevî), o taifenin (temsilcinin) uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile bu vazifeyi tam yapmış olacak.”
Daha açık bir ifadeyle, “Hz. Mehdî'nin üç vazifesinden birincisini bütünüyle yapmaya ne vakti ve ne de durumu elvermemektedir. Nerde kaldı ki şeâiri ihya olan hilafet-i Muhammediye vazifesini yapmaya vakti ve hali müsaade etsin. Bu ikinci vazifeden önce program mahiyetinde bir kısım eserler olmalı. İkinci ve üçüncü devreleri gerçekleştirecek olan şahs-ı mânevî de bu eserleri program yapmalı, Tâ ki bu devrelerde de devam edecek olan îman hizmeti bütünüyle yapılabilsin.
Burada zikri geçen hazır program Risale-i Nur, o programla hareket edecek olan da şahs-ı mânevîdir.
Hayat-i Harranî, Marûf-u Kerhî ve Abdülkadir Geylânî gibi Hay ismine mazhar olup tasarruflarını, vefatlarından sonra da hayatlarındaki gibi sürdüren bu üç evliyaya, en dehşetli bir çağda çetin bir görev üstlenen Hz. Mehdî'nin de dahil olması akıldan uzak değil. Hz. Mehdî, her ne kadar maddeten olmasa da mânen, ruhen tasarrufunu devam ettirecek, şahs-ı mânevînin temsilciliğini ve o şahs-ı mânevîye olan desteğini sürdürecek, duâ edecek, programın uygulanmasında yardımcı olacaktır.
Kanaatimize göre onun ruhaniyeti, o şahs-ı mânevî içerisinde vefatından sonra da temsilciliğini sürdürecektir. Programı da onun mânevî öncülüğünde şahs-ı mânevîsi uygulayacaktır. Görünürde o şahs-ı mânevînin önünde temsilci denebilecek başka birileri bulunsa bile—kaldı ki bunu meşvereti esas alan bir şûrâ gerçekleştirebilir—programı hazırlayan Hz. Mehdî'ye tâbi olmaktan öte birşey yapamayacaktır. Program uygulayıcısının hazırlayıcıdan daha büyük olması düşünülemez. Tâbi olan ne kadar büyük de olsa metbûunu, yani tâbi olduğu kimseyi geçemez. Geniş fütûhâtı gerçekleştiren Hz. Ömer'in Resûl-ü Ekremi aşamadığı, aşamayacağı gibi.
Kaldı ki, Risale-i Nur'un hizmet prensipleri içerisinde şahsa değil, şahs-ı mânevîye ağırlık verilir. Nazara verilen ferd değil, şahs-ı mânevîdir. Fazilet, başarı, üstünlük şahs-ı mânevînindir. Külliyatta yer alan ifadelerde bu gerçeği açıkça görebiliriz. Burda geçen Risale-i Nurları program yapacak zattan da maksadın yine şahıs değil, şahs-ı mânevî olduğu Risale-i Nur'un esprisine en uygun yaklaşım tarzı olsa gerek. Nitekim şu hatırada da bunun teyid edildiğini görüyoruz. Hatıra 1930'lu yıllara ait. Bir Nur Talebesi rüyasında önemli hizmetler veren sarıklı bir genç görür. Hz. Üstad, rüyanın yorumunu yaparken, bu gencin Hulusi'yle omuz omuza verecek, belki de onu geçecek ve kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir kimse olduğundan bahseder. (30)
Hz. Üstad, rüyanın üzerinden yirmi küsür sene geçtikten sonra, Isparta'daki—bugün müze olarak kullanılan—dersanede Tahirî, Zübeyr, Sungur, Bayram, Ceylan ve diğer birkısım talebelerinin bulunduğu bir sohbette, onlara, “Sarıklı genç hanginiz?” diye sorar. Talebeleri sessizliği tercih ettiklerinde de,
“Hiçbiriniz o sarıklı genç değilsiniz. Ancak o, hepinizden meydana gelen şahs-ı mânevînin tâ kendisidir.” 31)
şeklinde bir açıklama yapar.
Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de İmam-ı Ali, Gavs-ı Azam ve Osman-ı Halidî gibi zâtların âhir zamanda gelecek zâtın makamını Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görüp işaret ettikleri, bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hadimine verip, o hâdimine mültefitâne baktıkları kaydedilir. Burada da Bediüzzaman, sonra gelecek o mübarek zâtın Risale-i Nur'u program yapacağını belirtmektedir ki, bunun da yine şahs-ı mânevî olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü mektubun devamında, “bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur Şakirdlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar” diyerek o şahs-ı mânevînin yapacağı üç vazifeden birincisini, yine şahs-ı mânevîyle birlikte yapacağı anlaşılmaktadır. (32)

Asıl Olan İhlasla Hizmet

Bediüzzaman, kendisine Mehdîlik isnadıyla yazı yazan bir talebesinin mektubuna verdiği cevapta şöyle demekteydi:
Âhir fıkrasında ‘Muhbir-i Sadık'ın haber verdiği mânevî fütûhât yapmak, zulümatı dağıtmak zaman ve zemini hemen hemen gelmiş’ diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ve temennî ediyoruz.” diyor, böyle şeylerle uğraşma yerine asıl olan vazifeye dikkatleri çekiyor, “Fakat biz Risale-i Nur şâkirdleri ise; vazifemiz hizmettir, vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi Onun vazifesine binâ etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktan beri sükùt-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeğe sevk eden dehşetli esbab altında Risaletü'n-Nur'un şimdiye kadar fütûhâtı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerinin kırılması ve yüzbinler bîçârelerin îmanlarını kurtarması ve herbiri yüze mukabil binler hakiki mü'min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadıkın (a.s.m.) ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukûât ispat etmiş ve ediyor ve inşaallah daha edecek.
Hadiselerin tasdik ve vukûâtın ispat ettiği, Muhbir-i Sadık'ın, yani Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) âhir zamanla ilgili olarak verdiği haber Hz. Mehdî'nin gelişinden başka ne olabilir?
Bu ifadelerden sonra Bediüzzaman, Risale-i Nur, “Öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet, Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz.” cümlesine yer vermekte ve şu ifadeleri kullanmaktadır:
Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri, yani Mehdî ve şâkirdleri, Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz.” (33)
Bu ifadeler de yukarıda olduğu gibi Hz. Mehdî ve cemaatinin daha önce belirttiğimiz üç vazifesini göz önüne getirdiğimizde Hz. Mehdî'nin ilerde geleceği değil, birinci ve en önemli vazifesini yaptığını göstermektedir. Onun attığı tohumlar hayat ve şeriat devrelerinde şahs-ı mânevînin, seyyidler cemaati ve ehl-i îmanın gayretleriyle sümbüllenecek, dal budak salacak, meyvelerini verecek, o da bütün bu gelişmeleri kabrinden sevinçle seyredecektir.
Demek oluyor ki, birkısım zâtları bekler durumda olmak, Risale-i Nur'un ruhuna ters düşer. Çünkü Risale-i Nur'da şahıs değil, şahs-ı mânevî ön plandadır. Şahıslar o şahs-ı mânevîye adabte olabildikleri ölçüde değer kazanırlar.
Peki, neden şahs-ı mânevî? Niçin Bediüzzaman özellikle bunun üzerinde durmaktadır?

Niçin Şahs-ı Mânevî

Sizi bütün duâlarında, ‘Bizi kurtar! Bize merhamet et! Bizi koru!’ gibi bütün mütekellim-i maalgayr sigalarında bilâistisnâ dahil edip, kesretli cesetler ve birtek ruh hükmünde şirket-i mâneviyemizin düsturlarıyla çalışan ve sizin sıkıntınız ile sizden ziyade alakadar olan ve şahs-ı mânevînizden himmet ve meded ve sebat ve metanet ve şefaat bekleyen kardeşiniz Said Nursî.” (34)
Bediüzzaman böyle diyor; şahs-ı mânevîden himmet, meded, sebat, metanet ve şefaat beklediğini söylüyor.
Bediüzzaman, şahs-ı mânevîye bu kadar önem verdiği halde, biz, zaman zaman, her şeyi şahıslardan beklercesine, “Hz. Mehdî mâdem âhir zamanda gelecek görevli bir zât ise bütün bu görevleri bizzat kendisinin yapması gerekmez miydi?” gibisinden sorulara muhatap olabiliyoruz.

Hz. Mehdî, gerek bu üç vazifeyi ve gerekse hadislerde anlatılmakta olan diğer önemli vazifeleri tek başına değil, temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsiyle birlikte yapacaktır.
Önce şahs-ı mânevî ne demek, onu anlamaya çalışalım.
Şahs-ı mânevî, şahıslardan meydana gelen bir toplum, cemaat, cemiyet veya şirketin, aralarında kurdukları mânevî ortaklığa verilen bir isimdir. Aynı inanç, duygu ve düşünceleri paylaşan, birbirlerine kopmaz bağlarla bağlanan, büyük bir dayanışma içerisinde olan kimselerin meydana getirdikleri mânevî ve tüzel kişidir. O, bir fert ve kişi olarak görülmez, ama kenetlenmiş kişilerden meydana gelen güçlü bir toplum ve cemiyet, âdetâ tek bir ruh ve tek bir vücut haline gelmiş sağlam cemaat olarak kendini gösterir.
Her asırda dine, îmana hizmet, İslâmı yenilemek, güçlendirmek için mücedditler, mürşidler, bir nevi mehdîler gelmiştir. İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfiî, Beyazid-i Bistamî, Gavs-ı Âzam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî, Mevlânâ Celaleddin-i Rumî gibi büyük ve harika zatlar, önemli hizmetler vermiş, hem kendi çağlarını, hem de sonraki çağları hizmet, irşad ve eserleriyle aydınlatmışlardır. Zamanları ferdiyet zamanı olduğu için o ferîd ve kutsî dahîler fazlasıyla kifayet etmişler, bozulmuş âlemi ıslaha çalışmışlardır.
Bugün ise şartlar tamamen değişmiş, küfür ve dalâlet komite ve cemaatleri, şahs-ı mânevî halinde İslâma hücuma geçmiş, toplumun her kesimi ve hayatın her yönü bu yıkım ve dejenerosyondan payına düşeni almıştır.
Onun içindir ki Bediüzzaman, bir çok mektubunda ısrarla cemaat ve şahs-ı mânevînin önemi üzerinde durmaktadır. Üzerine basa basa, zamanın, cemaat ve şahs-ı mânevî zamanı olduğunu belirtmekte, büyük ve bakì hakikatlerin fânî, âciz ve sükùt edebilir şahsiyetlere binâ edilemeyeceğini,(35) cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevînin daha metin, dinin hükümlerini uygulamada daha muktedir, istikàmetle giden bir şahs-ı mânevînin ise daha ziyade parlak ve kâmil olacağını,(36) uhuvvet ve samimi tesanüde dayalı bir cemaatin şahs-ı mânevîsinin çok kerametler gösterebileceğini, bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebileceğini, inayetlere mazhar olacağını (37) söylemekte,
“Şahıs ne kadar dahî, hatta yüz dahî derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağluptur.”(38)
demektedir. Bu önemli hakikati İhlas Risalesinde formülleştirmeyi de ihmal etmemiştir:
“Ehl-i dalâlet ve haksızlık—tesanüd sebebiyle—cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli olan ferdî mukàvemetin mağlup düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek.”
Aynı yerde şu önemli noktaya da işaret eder:
Hadis-i sahihle, âhir zamanda İsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur'ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi, şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”(39)
Dinsizliğin tarihte emsali görülmedik bir tarzda bir şahs-ı mânevî teşekkül ettirip hücuma geçtiği bir zamanda şahs-ı mânevîye dayanılmazsa nasıl mukabele edilebilir?
Deccalizm ve Süfyanizmin şahs-ı mânevî halinde yürüttüğü dehşetli faaliyetlerin karşısına hiçbir şeye âlet, tâbî ve basamak olmayan, hiçbir garaz ve maksatça kirletilemeyen, mânevî, makbul, zararsız nuranî makam ve uhrevî rütbeleri dahi hedef edinmeyen, sadece ve sadece rıza-yı İlahîyi ve âhireti hedef alan, hiçbir şüphe ve felsefeyle mağlup edilmeyen Kur'ân'ın bu asra bakan bir mânevî mucizesi olan Risale-i Nur ve şahs-ı mânevîsi, elbetteki ehl-i îmanla omuz omuza verip karşısına bir kale gibi dikilecek, hücumları fedakârâne göğüsleyecek ve bertaraf edecektir.

Mehdînin Müjdelenmesi

Lidersiz, başkan veya başbakansız hükumet düşünülemeyeceği gibi kutupsuz da mânevî bir dünya düşünülemez.
Mânevî hükûmetin başkanına kutup adı verilir. Kutbu'l-aktap, gavs veya gavs-ı âzam diye de anılır.
Her memleketin bir kutbu olabileceği gibi çoğunlukla Hicaz'da hepsinin de başkanı durumunda olan bir kutb-u âzam bulunur.
Kutb-u azam veya gavs-ı âzam kutbiyet, gavsiyet ve ferdiyet makamlarını da üzerinde bulundurur.
Aktab-ı Erbaa adıyla şöhret bulmuş dört kutup vardır ki bunlar Abdülkadir Geylanî, Ahmed-i Rifaî, Ahmed-i Bedevî, İbrahim-i Desukî'dir. Bazan dördüncüsünün yerine Ebû'-Hasen-i Şâzelîzikredilir.
Kutb-u âzamla birlikte iki imam daha bulunur. Bunlardan soldaki mülk, sağdaki de melekût âlemini yönetir. Bu iki imam kutb-u âzamdan tamamen bağımsız ve kutb-u âzamın tasarrufu dışındadırlar, onu tanımaya mecbur değildirler.
Kutuplar hakikat-ı Muhammediyenin temsilcisi olarak görev yaparlar. Ona vâris olur, vazifesini yürütmeye çalışırlar.
Dünya ayakta durdukça kutuplar da, imamlar da vazife başında olacaklardır.
İşte Bediüzzaman, gizlenmeye lâyık, büyük bir sır olarak gördüğü bu konuyla ilgili bir gerçeği anlatırken, eskiden Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini sözkonusu olan iki imamdan biri zannettiğini, fakat gerçekte onun ferdiyet makamında bulunduğunu anladığını söyler ve şöyle der:
Ben eskiden Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini, o imamlardan birini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, gavs-ı âzamda kutbiyet ve gavsiyetle beraber ferdiyet dahi bulunduğundan, âhir zamanda şâkirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.”(40)
Bu derece büyük bir makamda bulunan Risale-i Nur'un; çağlara damgasını vurmuş, yerdeyken Arş-ı Âzamı seyredebilen Abdülkadir-i Geylânî, İmam-ı Rabbanî gibi büyük kutupların ilgisini çekmemesi düşünülemez.
Abdülkadir Geylânî'nin asırlar ötesinden bakıp Bediüzzaman'ın çekeceği sıkıntıları görüp ona, “Korkma, şüphesiz sen inayet gözüyle korunmaktasın,” “Zamanın Abdülkadir'i, yani gavs-ı âzamı ol” diye hitap ettiğini görüyoruz. (41)
İmam-ı Rabbanî, büyük zatlardan naklen, mütekelliminden ve ilm-i kelâm ulemâsından birisi gelip, bütün îman ve İslâm hakikatlerini ap açık bir sûrette izah ve ispat edeceğini bildiriyor. Burada bir not düşen Bediüzzaman,
Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risale-i Nur'dur. Belki ehl-i keşif Risale-i Nur'u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri suretinde—keşiflerinde—müşahede etmişler; ‘bir adam’ demişler.”(42) diyor.
Birinci Şuâ'da, Kur'ân'ın Risale-i Nur'a ve asrımıza bakan âyetlerine yer verilirken yirmisekizinci âyete cifir hesabıyla bakılıp Hz. Mehdî'nin asrımızda geleceğine işaret edilerek şöyle denilir:
… Eğer şeddeli ‘mim’ler dahi şeddeli ‘lam’lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeğe niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus'un doksan üç muharebe-i meş'ûmesiyle (uğursuz savaşıyla) âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâiliü'n-Nur Şâkirdleri yerinde Mevlânâ Halid'in (k.s.) şâkirdleri o bulut zulümâtını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli ‘lam’lar ve ‘mim’ ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulumatı dağıtacak zâtlar ise, Hazreti Mehdî'nin şâkirdleri olabilir.” (43)
Mevlânâ Halid geçen asrın müceddidi olduğuna göre bir asır sonra gelecek yirminci yüzyılın karanlıklarını dağıtacak müceddid, âhir zamanın büyük Mehdîsinden başka kim olabilir? Mevlânâ Halid'in Divan'ında yer alan duâsında geçen şu ifadeler de anlamlı değil mi?
"İmam-ı Rabbanînin her iki gözü mesabesinde olan 'Said' ile 'Urvetü'l-Vüskà Masum' hürmetine..."(44)
İslâmiyet ve Kur'ân için kullanılan sağlam kulp, tutunulacak kopmaz ip anlamına gelen Urvetü'l-Vüskà, Kur'ân'ın bu asra bakan bir tefsiri olan Risale-i Nur için de kullanılmaktadır.
Evliyalardan bir kısmının, keşiflerinde Hz. Mehdî'nin ne zaman geleceğini açıkça belirttiğini de görmekteyiz. Emirdağ Lâhikası'nda eski evliyanın bir kısmının gaybî kerametlerinde Risale-i Nur'u âhir zamanın hidayet edicisi (Mehdîsi) olarak keşfettikleri kaydedilir. (45)
Bediüzzaman'ın kontrolünden geçip Barla Lâhikası'nda yer alan bir mektubunda talebesi Küçük Ali; İmam-ı Ali (r.a.), Şah-ı Geylânî (r.a.) ve umum müçtehidlerin Risale-i Nur'u haber verdiklerini, her asırda gelen müceddid ve velilerin keşfiyatlarında “Doğudan bir nur çıkacak, birisi gelecek” diye Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini müjdelediklerini; onun önem ve kıymetini, emr-i Peygamberî (a.s.m.) ile ümmet-i Muhammed'in (a.s.m.) duâlarında âhir zaman fitnesi ve Deccalın şerrinden Allah'a sığınmaları, Deccalın maddî ve mânevî tahribatını Risale-i Nur'un tamir etmesinin gösterdiğini söylemekte ve kendi hükmünü de açıkça şöyle ortaya koymaktadır:
“Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zât, Risale-i Nur imiş.” (46)
Asırlardır beklenilen zât Mehdî'den başka kimdir acaba?
Mevlanâ Hasenü'l-Adevî, İmam-ı Şârânî'nin Kitabü'l-Yevakıtü'l-Cevahir'inde yer verilen bir keşfe göre, "Mehdî-i âhir zaman, 1255 (Rûmî) senesinin Şaban ayının 15. gecesi dünyaya gelecektir," demektedir. Bunu Şeyh Hasan-ı Irakî'den nakletmekte, şeyhleri Ali Havasî Hazretlerinin de buna muvafakat ettiğini bildirmektedir. (47)
Hacı Zihni Efendi bu keşfi naklettiği sayfanın kenarına düştüğü Haşiyede 1294 H. tarihini kaydetmiştir ki, bu tarih Bediüzzaman'ın doğum tarihidir.
Bir hadiste Hz. Mehdî'nin Hicaz tarafından çıkıp genç yaştayken Şam şehrinin minberine çıkacağı, hutbe okuyacağı nakledilmiştir. (48) Bediüzzaman'ın ise menbaı Hicaz olan Ehl-i Beytten geldiği, Şam Emevî camiinde yüze yakın âlimin bulunduğu bir cemaate, sonradan Hutbe-i Şâmiye adıyla neşrettiği meşhur hutbesini okuduğu bilinmektedir.
Mektûbât'ta yer alan şu rüyay-ı sadıka da konuya ışık tutacak ehemmiyettedir. Burada denilmektedir ki:
“Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde bir vâkıa-ı sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ, müthiş bir infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Anne korkma! Cenab-ı Hakkın emridir; o Rahîmdir, Hakîmdir.’ Birden o hâlette iken, baktım ki mühim bir Zât, bana âmirâne diyor ki: ‘İ'caz-ı Kur'ân'ı beyan et.’ 
"Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'inin şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.” (49)
Başka bir yerde de, bir vesileyle şu hakikati mecburen ifade etmek zorunda kaldığını söyler Bediüzzaman:
"Çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz.”(50)
Bu satırlar Bediüzzaman'ın mânen görevli olduğunu açıkça göstermiyor mu? En zor şartlarda kaleme aldığı, dinsizliğin temellerini çökerten yüz otuz parçayı bulan eserleri, milyonların îmanının kurtulması ve kuvvetlenmesi yolunda yaptığı hizmetleriyle Bediüzzaman bu vazifeye hakkıyla lâyık olduğunu ispatlamıyor mu?
Ne var ki, bazıları tarafından Bediüzzaman'ın Kürt olduğu söylenilerek seyyid olamayacağı ifade ediliyor. “âhir zamanda gelecek zât, Âl-i Beytten olacağına göre Bediüzzaman Kürt olduğu halde nasıl o beklenilen zât olabilir?” deniliyor. Bu konu üzerinde de ayrıca durmamız gerekiyor.

Bediüzzaman'ın Seyyidliği Meselesi

Resûl-i Ekremin (a.s.m.) torunu Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere seyyid, Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere de şerîf dendiğini biliyoruz. Müslümanlar bu pâk ve mübarek nesle özel bir ilgi ve sevgi gösterdikleri için şecerelerini bir bir tespit etmiş, hatta Osmanlılar seyyidlere maaş bile bağlamışlardır.
Bu nurânî ağaç, Hz. Hasan'dan Şah-ı Geylânî, Hz. Hüseyin'den Zeyne'l-Âbidin ve Cafer-i Sadık gibi yıldız isimleri meyve vermiştir. Hz. Mehdî'nin de aynı nesilden geleceğini hadis-i şeriflerden öğreniyoruz.
Muhakemât'ta, seyyid olmayanın seyyidim demesi, seyyid olanın da değilim demesinin haram olduğu kaydedilir. (51)
Bu nurlu neslin unutulmaması, bilinmesi, tanınmasında büyük faydalar vardır. Çünki bu nuranî halkadan çağlar boyunca insanlığı aydınlatacak nice güneşler doğmuştur. Halk, Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen bu büyük insanları tanımalı, etraflarında halkalanmalıydılar. Yalnız rastgele kimseler de seyyidlik dâvâsında bulunmamalıydılar. Aksi halde karışıklıklar, dağınıklıklar, nesebî rekabetler çıkabilir, bu da ehl-i îmanın gücünü zayıflatırdı. Neseble övünme de ihlas ve tevazûya ters düşerdi.
Bediüzzaman seyyid miydi? Âhir zamanda gelecek zât, Âl-İ Beyt'ten olacağına göre onun da seyyid olması gerekmez mi? 
Şimdiye kadar yaptığımız izahlar çerçevesinde düşündüğümüzde, Bediüzzaman'ın seyyidliği konusunda tereddüt etmemek gerektiği anlaşılır. Yalnız Bediüzzaman'ın birkısım hikmetler gereği bunu aşikar bir şekilde söylemediğini görmekteyiz.
Niçin mi?
Çünkü toplumda Mehdî hakkında öylesine bir imaj yerleşmiştir ki, o sanki harikulâde özelliklere sahip bir kimsedir. Bir çırpıda zulme gömülen dünyayı düzeltecek, hakkı, adaleti tesis edecek, kurtla kuzuyu barıştıracak, birden Sünnet-i Seniyyeyi yerleştirecek, Şeriatı hâkim kılacak… Ve bunları îman, hayat ve şeriat hakikatleri çerçevesinde gerçekleştirecek.
Bu durum gönlü kırık, morali bozuk birkısım mü'minlere büyük bir ümit ve tesellî kaynağı olurken, birçoklarına da aradıklarını bulamamanın, görememenin ezikliğini de yaşatabilmektedir.
Çünkü daha çok gördükleriyle hükmeden halk tabakası, bu vazifelerin üçünü birden bizzât Hz. Mehdî'nin şahsından beklemeye başlıyorlar. Devamını şahs-ı mânevînin yürüteceği bu hizmetin harikalığını tam göremedikleri için de hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşıyor, kesin deliller zann-ı gâlibe dönüşmeye, mütehayyir ehl-i îmanda da muannid dalâlet ve zındıkaya karşı tam galebesi görünmemeye başlıyor. Ehl-i siyaset evhama kalkışırken bir kısım hocalar da itiraza kalkıyorlar.
Siyasîlerin evhamı büyük bir problem. Çünkü rahatsızlıklarını hücumlarını arttırarak aksettiriyorlar. Bir mektûbunda bu hususa dikkat çeken Bediüzzaman, böyle fikirleri ortaya atmanın, ehl-i dünya ve ehl-i siyaseti telaşa vereceğini, hatta verdiğini, hücumlara vesile olduğunu belirtiyor. Böyleleri Risale-i Nur'un neşrine zarar verebilirlerdi.
İşte bunlar ve daha başka önemli sebepler dolayısıyladır ki Bediüzzaman, bilhassa mahkemelerde seyyidliği konusunda aşikar ifadelerden kaçınmıştır.
Seyyidlik, dolayısıyla Mehdîlik meselesini gündeme getirme ve tartışma konusu yapmanın diğer bir önemli sakıncası da, her şeyden önce Risale-i Nur'un esas edindiği hakiki ihlasa, hiçbirşeye, hatta mânevî ve uhrevî makamlara dahi âlet olmayışına zarar vermesiydi. Bediüzzaman,
Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bakì hakikatler, fânî ve sukùt edebilir şahsiyetlere binâ edilmez.”(52)
diyor, daima şahs-ı mânevîyi nazara veriyor, bakì hakikatlerin fanî ve çürütülebilir şahsiyetlere binâ edilemeyeceğini söylüyor, hizmetkârlığı, sadece maddî değil mânevî makamlara dahi tercih ediyor, maddî ve mânevî füyuzât hislerini fedâ etmede tereddüt etmiyor, ihlas gereği o büyük makamlar dahi verilse tereddütsüzce fedâ edeceğini söylüyor, bütün himmet ve mesâîsini îmanların kurtulmasına tahsis ediyordu.
Bu ve buna benzer birkısım hikmetler sebebiyledir ki Bediüzzaman kendini, seyyidliğini her zaman mevz-u bahis etmemiş Risalelerde ise bu konu hakkında kesin ifade kullanmamıştı. Afyon Mahkemesi müdafaasında, “Hiçbir vakit böyle haddimden yüz derece ziyade hallerde bulunmamışım” (53) diye cevap vermişti.
Onun, kendisinden alabildiğine korkan, tedirgin olan günün siyasîlerini rahatlatmak için de, Denizli Ehl-i Vukufunun, “Eğer Said Mehdîliğini ortaya atsa, bütün şakirdleri kabul edecek” dediklerinde de, seyyidliği hakkında aşikar ifadelerden kaçındığını görüyoruz. (54)
Bir müdafaasında da şöyle demişti Bediüzzaman:
Hem mahkemede Denizli Ehl-i Vukufu, bazı şâkirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki, “Eğer Mehdîlik dâvâ etse, bütün şâkirdleri kabul edecekler. Ben de onlara demişim: ‘Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır. Gerçi mânen ben Hz. Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakiki Nur Şâkirdlerine şâmil olmasından ben de Âl-i Beytten sayılabilirim.” (55)
Bediüzzaman talebelerine seyyid olduğunu açık açık söylediği ve Muhakemat isimli eserinde de seyyid olan birisinin bunu gizlemesinin haram olduğunu ifade ettiği halde yukarıdaki ifadelerde geçen “Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır.” cümlesindeki Seyyid kelimesinin, lügatteki ilk mana karşılığı olan “Efendi” manasında kullanılması ihtimali akla gelmektedir. Kaldı ki, sonra gelen cümlede “âhir zamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır” ifadesi ilk cümleden bağımsız düşünüldüğünde ortada bir inkardan ve kaçınmadan ziyade nazarı farklı tarafa kaydırma olduğu açıkça görülmektedir.
Öte tarafdan “Bu zamanda nesiller bilinmiyor.” ifadesinden de anlaşıldığı gibi seyyidliğine dair Bediüzzaman'ın elinde resmî bir şecere yoktu ki, ibraz edebilsindi. Bilhassa belge ve delillerin konuşturulduğu bir mahkemede; ele aldığı, söz konusu ettiği her hususu belgelere dayandıran Bediüzzaman'ın böyle bir iddiada bulunması düşünülemezdi.
Ama buna rağmen o elinde her ne kadar bir belge bulunmasa da, Âl-i Beyttendi, öyle olduğunu da kesinkes biliyordu. Hem mânen, hem de maddeten Ehl-i Beyttendi Bediüzzaman. Mânen Ehl-i Beyttendi. Çünkü Allah Resûlü (a.s.m.) her takvâ sahibi kimsenin Ehl-i Beytinden olduğunu (56) müjdelemişlerdi. Bu mânâda Bediüzzaman da, hakiki Nur Talebeleri de Ehl-i Beyttendirler.
Mahkemede savcının iddiâları üzerine bu konuya da temas etmek zorunda kalan Bediüzzaman bu mânâda seyyidliğini açıkça söylüyordu:
"'Ben de Âl-i Beytten sayılabilirim' demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin, 'Ve alâ Âlihî ve sahbihî' duâsında, 'Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duâda dahildirler' dediklerinden, o umûmî duâda benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir tevildir." (57)
Hem Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) iki "âl"i (Ehl-i Beyti) bulunmaktaydı. Bunlardan biri nesebî âli; diğeri de şahs-ı mânevî ve nûrânîsinin risalet noktasındaki âli. (58) Bediüzzaman'ın bu ikinci kısma girdiği açık. Çünkü Risale-i Nur dairesinin, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.)—gaybî ihbarlarıyla—bu zamandaki bir dairesi olduğunu (59) biliyoruz.
Bununla birlikte Bediüzzaman maddeten, yani neseben de Ehl-i Beyt'tendir. Onun, yukarıda bir kısmına yer verdiğimiz, geniş kesimlere aşikar olarak ifade etmediği ve eserlerinde açık açık belirtmediği bu hususu bütün bütün de gizlemediğini, hususî sohbetlerinde talebelerine söylemekten çekinmediğini de görüyoruz. Bir makam gizlemeyi, başka bir makam da söylemeyi gerektirebiliyordu. Meselâ sorularıyla Mektûbât'ın büyük bir kısmının yazılmasına vesile olan, vefatına kadar Risale-i Nur'a büyük bir ihlas ve sadakatla hizmet eden merhum Albay Hulusi Yahyagil'e, ziyaretlerinin bir defasında, “Kardeşim, sen de ben de sâdâttanız (seyyidlerdeniz.)” dediğini görüyoruz.
Emirdağlı Mehmet Çalışkan'ın anlattığına göre de, bir gün yanlarına Ahmet Feyzi Kul gelir. Üstadın vasıfları ve yüksek makamından bahseder. Cifir ve ebced hesabıyla çıkardığı tevafukları anlatır. O anda Osman Çalışkan'ın kalbine, “Biz Üstadımızı Kürt olarak biliyoruz. Ahmet Feyzi Efendinin anlattığı büyük müceddit ise Âl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır” gibisinden bir şüphe gelir.
Bu hadiseden az sonra Bediüzzaman, Osman Çalışkan'ı yanına çağırır ve,
Kardeşim ben hem Hasenîyim, hem de Hüseynîyim… Ahmed Feyzînin bütün söylediklerini kabul ediyorum. Haydi git!” der. (60)
Evet, Bediüzzaman'ın Kürt olması seyyidliğine engel değildir. Doğuda öyle aşiretler vardır ki Kürt oldukları halde bütünüyle seyyiddirler. Çünkü nesiller fetihler, göçler, farklı evlilikler sebebiyle zamanla dünyanın değişik yerlerine dağılmış, karışmışlardır. Meselâ Abbasîlerin yanlış tutumlarına tepki gösterdikleri için o günün tabiriyle Kürdistan bölgesine birkısım Ehl-i Beytin göç ettikleri bilinmektedir. Bediüzzaman'ın dedelerinin de bu göç esnasında buralara gelip yerleşmeleri mümkündür. Nitekim Bugün Mardin'deki Arvasîler, Hakkari'deki Ahmedîler ve Muş'taki Nehrîlerin Ehl-i Beytten (61) oldukları düşünülürse, Kürt olmanın Ehl-i Beytten olmaya engel olmadığı açıkça görülür. Eğer Kürtlük Ehl-i Beyt'ten olmaya mani olsaydı, az önce de belirttiğimiz gibi Bediüzzaman, herhalde Osman Çalışkan'a, “Kardeşim, git ben Kürd'üm, nasıl Ehl-i Beyt'ten olabilirim?” derdi.
Nitekim, Hz. Üstad'ın, “Denizli Kahramanı” diye iltifat ettiği merhum Hasan Feyzi, onun Kürt olmasının seyyidliğine engel olmadığını, Kürdistan'da doğduğu için bu isimle anıldığını, böylece kendini gizlediğini söyleyerek. (62) bu gerçeği teyid eder.

Bediüzzaman'ın, Urfalı Salih Özcan'a da seyyidliğinden söz ettiğini görüyoruz. Salih Özcan ziyaretlerine geldiklerinde, nesebini sormuş, seyyid ve Hüseynî olduğunu öğrenmişti. Üstad da ona, “Ben hem Hasenîyim, hem de Hüseynîyim” cevabını vermişlerdi. (63)
Nur Talebelerinin de Bediüzzaman'ın seyyidliği konusunda hiçbir tereddütleri yoktur. Çünkü onun âhir zamanda gelecek şahıs olduğu kanaatindedirler. Meselâ Ahmed Feyzi, Zübeyr, Ahmed Nazif, Ceylan, Tabancalı, Salahaddin ve Sungur imzalarıyla neşrolan bir mektupta, Bediüzzaman'dan, envar-ı Muhammediyeyi (a.s.m.), maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyûzât-ı şem'-i ilâhiyeyi en şaşalı şekilde parlatan, Kur'ân'ın ve hadisin riyazî (matematiksel) işaretleri kendisinde son bulan, Nebevî hitapları ifade eden âyet-i celilelerin riyazî beyanlarını kendi üzerinde toplayan kişi olarak bahseder ve şöyle derler:
O Zât, hizmet-i îmaniye noktasında risaletin bir mir'at-ı mücellâsı (peygamberliğin parlak bir aynası) ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında (soyca) son dehan-ı hakikati (hakikati dile getiren dudağı) ve şem-i İlâhînin hizmet-i îmaniye cihetinde bir son hamil-i zî saadeti olduğuna şüphe yoktur.”(64)
Merhum Hüsrev Altınbaşak, ondan “Bütün günlerde Mehdi-i Azam,” merhum Ceylan Çalışkan'ın vefatı üzerine hizmetinde bulunan talebelerinden Tahirî, Sungur, Zübeyr, Bayram, Hüsnü de, “bir mücahid-i ekber, hem bir mehdi-i âzam, hem bir müceddid-i ekmel ve hem bir ferd-i ferîd” (65) diye bahsederler.
Küçük Ali bir mektubunda, Risale-i Nur hakkında büyük evliyaların müjdelerine yer verdikten sonra, onun asırlardır beklenilen zât olduğunu söyler. Kuleönünde Sofoğlu Talebeniz Mustafa Hulusî (r.h.), Üstada yazdığı ve onun tasdikinden geçip Barla Lahikasında (66) yer alan mektubunda “Risale-i Nur, şu zamanın bir mehdîsi ve müceddidir” der.
Nur Talebeleri, Bediüzzaman'ın, bilhassa en birinci vazifesi, en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı tahkikî bir surette herkese ders vermek, hatta avamın da îmanın tahkiki yapmak vazifesini göz önüne alarak, onu, büyük mânevî ve gerçek hidayet edici, irşad edici olarak görmüş, seyyidliği ve Mehdîliği kanaatinde birleşmişlerdir. Onun içindir ki Bediüzzaman bir mektubunda,
İşte Nur Talebeleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ‘İkinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir.’ diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdî telakkì etmişler.”(67)
demekte ve Nur Talebelerinin tesanüdünden meydana gelen o şahs-ı mânevînin temsilcisi ve tercümanı olan kendisine de bu ünvanı verdiklerini belirtmekte, ancak durumun nezaketi ve bir kısım sakıncaları sebebiyle tevil etmeye çalışmaktadır.
Evet, dün olduğu gibi bugün de milyonlarca Nur Talebesi Bediüzzaman'ı ve onun şahs-ı mânevîsini Mehdî olarak görmekte tereddüt etmemektedirler.
Risale-i Nur'un üstlendiği vazife ve bu hususta elde ettiği başarı da bu mazhariyeti doğrulamaktadır. Çünkü, Bediüzzaman dinsizliği esas alan Deccalizmle mücadeleyi hayatının gâyesi edinmiştir. Şöyle der:
"Bir tek gâyem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın îman esaslarını zedeliyor. Halkı bilhassa gençleri îmansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcûdiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları îmana davet ediyorum. Bu îmansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Beni bu gâyemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun! Bu îman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gâyedir. Beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin îmanına, Allah'ın birliğine hizmet edeyim."(68)
Sonra onun ortaya koyduğu,
Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal'ayı tamir ediyor; ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin senedenberi tedarik ve teraküm edilen (yığılan) müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bâhusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur'ân'ın i'caziyle o geniş yaralarını, Kur'ân'ın ve îmanın ilaçları ile tedavî etmeye çalışıyor."
"Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakka'l-yakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz-ı mânevîsinden çıkan Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, îmanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafâta medardır.”(69)
böylesine önemli bir vazifeyi üstlenen bir eser ve onun müellifinin bu sırra mazhar olması akıldan uzak olmasa gerek.

Bediüzzaman Mehdîliği Kabullenmiş midir?

Birçok evliyanın müjdelediği, hayatındayken de birçok Nur Talebelerinin çeşitli vesilelerle dile getirdikleri mehdîlikle ilgili kanaatlerini Bediüzzaman niçin kabul etmemiş, niçin her şeyi şahs-ı mânevîye vermiştir?
Mehdî'nin, “Ben Mehdî'yim” diye ortaya çıkması, Mevdûdî'nin de belirttiği gibi sırr-ı imtihana ters düşer. O, “Ben Mehdî'yim” demeyecek, ancak îman ve ferasetle, verdiği hizmetler ve eserlerine bakılarak Mehdî olduğu anlaşılacaktır.
İnsanın, hizmetleri ve eserleri sebebiyle lâyık gördüğü bir kimseye Mehdî deme hakkı olabileceği gibi, kendine göre haklı gerekçelerle Mehdî kabul etmemesinde de dinen bir sakınca yoktur. Çünkü bu, peygambere îman veya inkâr gibi îmanî bir mesele değildir. Peygamber peygamberliğini ilân etmek mecburiyetindeyken, Mehdî mehdiliğini ilâna mecbur, hatta memur değildir. O üstlendiği vazifeyi hakkıyla yapmak, insanları irşad etmekle görevlidir.
Sonra İbni Hacer'in, "Kim ben salihim derse salih olmadığına delildir." dediği gibi, "Kim açık açık ben Mehdîyim diye ortaya çıkarsa, Mehdî olmadığına delildir." Onun için Mehdînin açıkça "Ben Mehdîyim" demesi beklenmemelidir. İmtihan sırrı gereği dolaylı şekillerde işaretlerle yetinecektir.
En ağır şartlarda, binbir türlü sıkıntı ve zorluklara katlanarak bir asra yakın ömrünü milletin îmanının kurtulması ve saadetine adayan ve milyonları bulan talebelerinin hemen hemen tamamının şehadetiyle mehdîliği tasdik edilen Bediüzzaman'ın, bunu açıkça kabul etmediğini görüyoruz. Acaba niçin?
Bunun birkısım sebeplerine “Bediüzzaman'ın seyyidliği meselesi” konusunda bir ölçüde temas etmiştik. Diğer bazı noktalar üzerinde daha durmakta fayda görüyoruz.
Talebelerinin mehdîlik isnad etmeleri üzerine, “Ziyade hüsn-ü zan eskidenberi cereyan ediyor ve itiraz edilmez” diyen ve onların pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi duâ, temennî olarak gören Bediüzzaman, aslında bu hüsn-ü zanlara bütün bütün ilişmiyor, aksine bunu onların kemâl-i itikadlerinin bir tereşşuhu ve delili olarak kabul ediyordu. Oysa hüsn-ü zanla, duâ ile Mehdî olunmazdı. Sayıları milyonları bulan, kendilerini hak ve hakikate adayan böylesine kuvvetli hüsn-ü zanlar da elbette bütün bütün reddedilmezdi.
Bediüzzaman gibi Sünnet-i Seniyyeyi program edinmiş, Hakîm ismine mazhar olmuş bir zâtın, vâkıa ters düşen birşeyi kabullenmesi de düşünülemezdi.
Bediüzzaman, tevâzû ve mahviyeti esas edinmiş bir İslâm büyüğüdür. Onca ilmine, büyüklüğüne rağmen hürmet gösterilmesinden, şöhretten alabildiğine kaçardı. “Mısır'da, Amerika'da olsaydınız, tarihlerde hürmetle yadedilecektiniz” diyenlere şu cevabı vermişti:
Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz itibariyle cidden kaçıyoruz. Hususan acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedâr bir hodfüruşluk olan tarihlere şaşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nur'un mesleği olan ihlasa zıddır ve münafîdir. Onu arzulamak değil, bilakis şahsımız itibariyle ondan ürküyoruz.”(70)
diyor, sadece Kur'ân'ın bu asra bakan bir tefsiri olan Risale-i Nurları nazara veriyordu.
Hodfüruşluk, şan, şeref, makamperestlik ve şöhretperestlik Bediüzzaman'ın en çok korktuğu, kaçtığı şeylerdi. Mehdîlik isnadının hodfüruşluk mânâsını hatıra getirebileceğini, bir şan, şeref, makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterebileceğini söylüyor, hatta “Eskidenberi ve şimdi de bazı safdil ve makamperest zatların Mehdî olacağım” diye dâvâ ettiklerini kaydetmeyi ihmal etmiyordu. (71)

Bediüzzaman, Denizli ehl-i vukufunun, “Eğer mehdîlik dâvâ etse, bütün şâkirdleri kabul edecekler.” demeleri üzerine de şu açıklamaları yapmıştı:
Bu zaman şahs-ı mânevî zamanı olmasından ve Nur'un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan ve şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makàmâta gözümü dikmem ve Nur'daki ihlası bozmamak için, uhrevî makàmât dahi verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum.”(72)
Bediüzzaman, eski dostu Yeşil Salih'e yazdığı mektupta da enaniyet, şan ve şöhretin en çok kaçtığı şeyler olduğunu dile getiriyordu:
Tarihe geçmek ve bu asır âlimlerinin içinde kendi âdî şahsımı nesl-i âtîye göstermek, bildirmek ne isterim ve ne de liyakatim var. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ederim ki; beni bana beğendirmemiş, dehşetli kusurlarımı bana göstermiş."
"Hem insanlara kendini bildirmek bir şöhretperestlik olmasından; bir enaniyet, bir hodfüruşluk, bir riyakârlık ihtimali var. Bu ise bizim gibilere tam zarardır.” (73)
Bediüzzaman, kendini daima kusurlu görür, dikkatleri hizmete teksif eder, üzerinde durulması gereken hususun bu olduğunu vurgulardı. Bir keresinde mektup yazan ve kendisine yüksek makamlar isnad eden talebesine, “Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zan ile verdiğiniz makamlar cihetinde değil; belki vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız.” diye önemli olanın hizmet ve vazife olduğuna dikkat çekiyor ve daha sonra da şöyle diyordu:
Madem bu zamanda, her şeyin fevkinde hizmet-i îmaniye bir kudsî vazifedir; hem kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sâbit hizmet-i îmaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz. Risale-i Nur'un, talimatı dairesinde bize bahş ettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritâne âlî makamlar vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlas lâzımdır; onda terakkì etmeliyiz.”(74)
Bediüzzaman'a göre îman hizmetinin yerini hiçbir şey, hatta en yüksek mânevî makamlar dahi tutamazdı. Risale-i Nur'un ana esasları arasında yer alan mahviyet, enaniyeti terk ve tam ihlasa muvaffakiyet en büyük makamlar da verilse terk etmeyi gerektiriyordu. Bediüzzaman, konuyla ilgili bir hatırasını anlatırken, Nurların fütûhâtını kalben temaşa ederken, gelişmelere, bazı has kardeşlerinin Nur'un tercümanına verdikleri makam noktasında baktığını söyler. O makama göre fütuhâtı az bulur, kalbinde o makamın şerefi gereği hırsla vazife-i İlâhiyeye karışma tarzında bir şikayet belirir. Sırf Allah rızası için bazı biçarelerin îmanlarını Risale-i Nurlarla kurtarmaya vesile olma sebebiyle şükür ve hamd gerekirken bir şikayet ve sıkıntı uyandığını söyler. Sonra mahviyet, enaniyeti terk ve tam ihlas gibi Nur'un prensipleriyle meseleye baktığında ruhunda o fütuhattan dolayı binlerce hamd ü senâ, teşekkür, sürûr ve sevinç uyanır. Sonra da şöyle der:
Ben o halde iken anladım ki makàmât-ı mâneviye dahi mesleğimizde mevzûbahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nûriyedeki ihlas-ı tâmme bırakmağa mecbur ediyor.” (75)
Evet, ona göre hizmet her türlü maddî ve mânevî makamdan daha önemliydi. Program ve meslek edindiği, bilfiil semeresini görüp çalıştığı, gâye-i hareket ve hedef ittihaz ettiği bu hizmet, tahkîkî îmanı kalblere nakşederek ölümün îdam-ı ebedîsinden biçareleri kurtarma ve mübarek milleti de her türlü anarşilikten muhafaza etme hizmetiydi. (76)
Bu hizmetin diğer bir önemli yanı ise Hıristiyanlığı mağlup edip anarşiliği yetiştiren Kuzeyde çıkan dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevî istilâsına set çekmekti. İşte Risale-i Nur bu konuda bir sedd-i Zülkarneyn vazifesi görmekteydi. (77)
Bu hizmet Sedd-i Zülkarneyn'i yıkıp dünyayı fesada veren Yecüc ve Mecüc gibi, İslâm seddini sarsmaya çalışan Yecüc ve Me'cücden daha müthiş ahlâk ve hayatta meydana gelen karanlıklı anarşilik ve zulümlü dinsizliğin fesad ve ifsadına, tahribatına karşı güçlü bir set oluşturmak ve o tahribatı tamir etmeye yönelik bir hizmetti. (78)
İşte Bediüzzaman, bu hizmetlerin ehemmiyeti üzerinde duruyor, mânevî makamlara değil, bu hizmetlere bakmak gerektiğini belirtiyordu. Bir gün “Mânevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i îman ve hakikatin istedikleri nuranî makamlar ve uhrevî rütbelerden, halis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlasınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeyecek derecede senetler, hüccetler bulunduğu halde; sen değil tevazû ve mahviyetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun?” şeklinde sorulan soruya, ihlas sırrı ve şefkatin ehl-i îmanın ebedî hayatlarını kurtarma gibi önemli bir hizmetin, değil bu gibi makamları ebedî hayatın makamlarını dahi fedâ etmeyi gerektirdiğini söylüyor ve sebep olabileceği tehlikeleri sayıyor, şöyle diyordu:
Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini fedâ eder; öyle de ehl-i îmanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi fedâ etmeye, Risale-i Nur'dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.
Bediüzzaman, çağın şartları gereği büyük makamların her şeyi kendine âlet ve basamak yaptığını, dünyevî makamlar için mukaddesâtını âlet edebileceğini, hatta mânevî makamlar olsa tehlikenin daha da artacağını, “Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor” diye itham altında bırakılıp neşrettiği hakikatlerin yayılmasının da tereddütlerle zedeleneceğini, şahsa, makama faydası bir ise, revaçsızlıkla umuma zararının bin olacağını söyler.
Sonra da özetle şu cümlelere yer verir:
Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere, vesile olabilen şeylerden beni menediyor. Hizmet-i nûriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak hakikat-ı ihlas ile, her şeyin fevkinde hakàik-i îmaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.”
Görüldüğü gibi önemli olan ihlasla îman hakikatlerini ders verebilmektir. Bu büyük bir kutup olup da binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetlidir. Bu hususu da şöyle açıklıyor Bediüzzaman:
Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini,‘Husûsî makamından ve hususî hissiyatından geliyor.’ nazarıyla bakıp, mağlup olarak dağılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makàmâtlara tercih ediyorum.” (79)
Başka bir yerde de yine Bediüzzaman, ihlas sırrının ehemmiyeti üzerinde duruyor, bu rütbeleri kendine değil, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsine veriyor, Risale-i Nur'un hakiki ihlasına ve hiçbir şeye, hatta mânevî ve uhrevî makàmâta dahi âlet olmayışına bir cihette zarar verdiğine dikkat çekiyordu.
Daha sonra Bediüzzaman, zamanın şahs-ı mânevî zamanı olduğunu, onun için de büyük ve bakì hakikatlerin fânî, âciz ve sükùt edebilir şahsiyetlere binâ edilemeyeceğine, ihlas sırrının zedeleneceğine dikkat çekiyor ve şunları söylüyordu:
Hiçbir şeye âlet olmayan Nur'daki ihlas zedelenir, avâm-ı mü'minînin nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır, yakîniyet-i bürhaniye (delile dayalı kesinlik) dahi kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı gâlibe inkılab eder, daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i îmanda görünmemeye başlar…”(80)
Bediüzzaman, bilhassa bu zamanda, îmanların kurtarılması, kuvvetlenmesi, taklitten tahkike ulaşması için hakikati hiçbir şeye âlet etmeyen, nefsine hiç bir pay çıkarmayan kimselerin bulunması gerektiği üzerinde duruyordu. Tâ ki böylece verdiği îman dersinden istifade edilebilsin, kendilerinde kesin bir kanaat meydana gelebilsindi. (81)
Onun içindir ki Bediüzzaman, hakikatin hatırı için yirmisekiz sene sürecek uzun bir sürgün ve hapishane hayatını tercih edecek, “Konuşan yalnız hakikattir” diyecek, onlara toz kondurmayacaktı.
Başka bir yerde de Bediüzzaman, kendini Risale-i Nur'un hakikatiyle ve şâkirdlerin şahs-ı mânevîsiyle tezâhür eden fevkalâde îmanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını bîçâre bir tercümanı olarak nitelediği zâtına verilmesinin sakıncalarına dikkat çekiyor, kâinatın en büyük meselesi olan îman hizmetinin zarar göreceğini söylüyordu. Çünkü îman hizmeti her zaman öncelik ve birinciliğini korumalıydı. Oysa ehl-i dünya, ehl-i siyaset ve avam tabakası, gerçekte her zaman önceliği olan îman hizmetine göre ancak onuncu sırada yer alabilen siyaset ve içtimâî hayattaki hizmetlere öncelik verebiliyorlardı. Üstada da bir İslâm inkılâpçısı nazarıyla baktıkları için bu sosyal hayatta Risale-i Nur'a cephe alınması, fütûhâtına set çekilmesi kuvvetle muhtemeldi. Bu ise hata olduğu kadar zararlıydı da. (82)
Demek oluyor ki, Bediüzzaman, bilhassa ihlas sırrı gereği maddî ve mânevî makamları terk etmeyi zorunlu görüyor, bir hizmet fedâîsi olmayı her şeye tercih ediyordu. Önemli olan da bu değil midir?

Hz. Mehdî'yi Tanımanın Önemi

Her asırda hidayet edici mehdî ve müceddidler gelmiş, İslâmı içerisine sokulmak istenen hürafelerden ayıklamış, arındırmış, aslî şekli, bütün safvet ve berraklığıyla yeniden ortaya koymuşlardır.
Gazalî zamanında yolunu sapıtmış felsefe, İslâma hücuma kalkmıştı. O, Kur'ân'dan aldığı ilhamla felsefenin istinad kalelerini bir bir çökertmiş, ehl-i îmanı rahatlatmıştı.
Diğer mücedditler de yaşadıkları çağın şartları içerisinde İslâma yönelen hücumları bir bir bertaraf etmişlerdir.
Fitnelerin en dehşetlisine maruz kalan çağımız ise, bunların üstesinden gelebilecek, geçmiş asırlara göre daha büyük bir mürşid ve mehdîyi bekler olmuştur.
Elbette ki bu asır, bütün bu korkunç mânevî felâketlere göğüs gerebilecek, gerekli tecdid ve irşadı yapabilecek bir kutb-u âzamı gerektirmektedir. İşte o kutb-u âzam da Hz. Mehdî'dir.
Mehdî Âl-i Resûlü tanımanın her Müslüman için büyük bir önemi vardır.
Çünkü, ondan çok şeyler istifade edecektir. Kuvve-i mâneviyesini toparlayacak, cesaret kazanacak, akıl bataryasını ilmi ve fikriyle dolduracak, ruh ve kalbini irşadıyla doyuracak, dünya ve âhiretini o sayede aydınlatacak ve îmar edecektir.
İnancı gereği doğrunun, hayrın, hakkın ve haklının yanında olmayı bir sorumluluk olarak gören mü'mine düşen, elbette ondan âzamî derecede istifade etmek olacaktır. Onun yanında, safında, şahs-ı mânevîsi içerisinde yer alacak, Deccalizm ve Süfyanizme karşı mücadele verecektir.
Bir mü'min için onun kervanına katılmak kadar önemli bir hadise ve saadet olamayacağı gibi onu tanıyamamak, onun yanında olamamak kadar da büyük bir gaflet düşünülemez.
Eğer kişi, Mehdî'yi tanıyıp da gayrete gelebiliyor, ona talebe olmanın hakkını verebiliyor, hazzını yaşayabiliyorsa, Mehdî'den çok şeyler istifade eder. Ama onu tanıdığı halde gaflet içinde yaşıyor, mukaddes dâvâsına ilgisiz kalıyor, onun can baş koyduğu hakikatlere gönül veremiyor, safında şu veya bu bahanelerle yer almıyor veya alamıyor, yoğun bir gayret ve faaliyet içerisine giremiyorsa, su kaynağının başında bulunduğu halde susuzluktan kıvranan insan misali kendine yazık etmiş olur.
Hz. Mehdî ve onun nuranî cemaati binbir türlü sıkıntı ve meşakkatlerle İslâmı yüceltme ve yayma gayretleri içerisinde ter döküp kendilerini yiyip bitirirken, uyanamayan, kılını dahi kıpırdatmayan insanın iş işten geçtikten sonra uyanması, pişman olması ona hiçbir şey kazandırmaz. Hz. Mehdî'nin böylelerine verebileceği birşey de yoktur.
Evet, önemli olan Mehdîyi tanıyıp gereği neyse ona göre hareket edebilmektir.

Son Söz

Habil ve Kabil'le başlayan ve kıyamete kadar devam edecek olan hakla bâtıl, iyiyle kötü, inançla inançsızlık mücadelesinde zaman zaman insanlar çeşitli zulüm, baskı, işkence, maddî ve mânevî felâketlere maruz kalmış; içerisine düştükleri bu ümitsizlik atmosferinden kurtulabilmek için de bir kurtarıcı aramışlardır. Bu, tarihî ve sosyolojik bir hakikattir.
Âhir zamanda bu iki zıt kutbun mücadelesinin ise büyük bir şiddet kazandığını görüyoruz. Öyle ki, görülmemiş bu büyük fitnenin başını Deccal ve Süfyan çekmekte ve tahribatla iş görmekteler. Bunların karşısında da mücadele veren Hz. İsa'yla Hz. Mehdî var.
Her ne kadar Büyük Deccala karşı, zaman zaman maddî güç gerekiyorsa da, yaymaya çalıştıkları inançsızlığa karşı maddeten değil, mânen, yani ilmen ve fikren mücadele vermek gerekiyor. Hz. Mehdî, onların inkâra endeksli saltanatlarını sarsılmaz delillere dayanan "ilim" kılıncıyla târumâr etmektedir.
Deccal, bir komiteye, bir şahs-ı mânevîye dayanarak dehşetli icraatını yaparken, Hz. Mehdî de tamirâtını yine bir şahs-ı mânevîye istinad ederek ortaya koyuyor.
Hz. Mehdî îman, hayat, şeriat olmak üzere üç safhadan meydana gelen icraatının ilkini ihlas, sadakat ve tesanüdü esas alan cemaatiyle, ikincisi ve üçüncüsünü şahs-ı mânevîsi, seyyidler nesli, ehl-i îman, daha da öte Hıristiyanların dindar rûhânîlerinin de desteğini alarak gerçekleştirecektir.
İster Mehdî gelmiş olsun, ister gelmemiş olsun Müslümana düşen görev, kendini tenbelliği atmak değil, üzerine düşen vazifeleri hakkıyla yapmak olacaktır. her şeyi Mehdîden beklemek yerine, her an vazife başında olmak, ona zemin hazırlamak dinin ve aklın gereğidir. Bediüzzaman'ın, Barla'dayken, "Hocam, merak etmeyin, Mehdî gelecek, her şeyi düzeltecek." diyen safî kalbli bir zâta,"Mehdî geldiğinde seni vazife başında bulsun." (83) şeklinde verdiği cevap bu açıdan çok anlamlıdır.
Biz, bu düşüncelerle, çalışmamızda Deccal, Mehdî ve Hz. İsa hakkındaki rivayetleri bir bir ele alıp anlaşılması gerektiği şekliyle ortaya koymaya çalıştık. İslâm'ın diğer meselelerde olduğu gibi bu meselelerde de ne kadar makûl, mantıkî beyanlarda bulunduğunu göstermeye gayret ettik.
Eğer çalışmamız, bunları gerektiği gibi ortaya koyabiliyor, şüphe ve tereddütleri gidermede, doğru bilgilendirmede yardımcı olabiliyorsa, hedefine ulaşmış olacaktır. Bu da bizi ancak mutlu eder.

Karar okuyucuların.

Dipnotlar

--------------------------------
1. Şuâlar, s. 504.
2. Mektûbât, s. 60.
3. Şuâlar, s. 514.
4. a.g.e.
5. Mektûbât, s. 60.
6. Kastamonu Lâhikası, 24.
7. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 167.
8. Münazarat, s. 47.
9. Kastamonu Lâhikası, 145-146.
10. Mektûbât, s. 425.
11. Emirdağ Lahikası, 1:57.
12. Kastamonu Lâhikası, 145.
13. Buharî, Cihad: 103; Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 34.
14. Kastamonu Lahikası, s. 62.
15. Emirdağ Lahikası, 1:66.
16. a.g.e., 1:232.
17. a.g.e., 1:66-67.
18. a.g.e., 1:20.
19. a.g.e., 1:90.
20. a.g.e., 1:181.
21. Kastamonu Lahikası, s. 111.
22. a.g.e., s. 145.
23. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11.
24. Kastamonu Lahikası, s. 145-146.
25. Şuâlar, s. 314.
26. Tarihçe-i Hayat, s. 131-132.
27. Emirdağ Lâhikası, 1:231-232.
28. Kastamonu Lahikası, s. 145.
29. a.g.e., s. 62.
30. Mektûbât, s. 334.
31. Sami Cebeci, Yeni Asya Gazetesi, 5 Eylül 1995.
32. Sikke, s. 11.
33. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 152-153. 
34. Şuâlar, s. 264.
35. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11.
36. Tarihçe-i Hayat, s. 127.
37. Mektûbât, s. 360-361.
38. a.g.e., s. 425.
39. Lem'alar, s. 155.
40. Kastamonu Lahikası, s. 151.
41. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 135-136.
42. Şuâlar, s. 152.
43. a.g.e., s. 619-620.
44. Sadreddin Yüksel. Bağdadî'nin Divanının Şerhi, No: 1200.
45. Emirdağ Lahikası, 1:232. 
46. Barla Lâhikası, s. 102.
47. Hacı Zihni Efendi, Meşahirü'n-Nisa, 1:227; Daru't-Tab'atü'l-Âhire.
48. el-Burhan, Varak: 86b.
49. Mektûbât, s. 357.
50. a.g.e., s. 413.
51. Muhakemât, s. 38. 
52. Sikke-i tasdik-i Gaybî, s. 11.
53. Afyon Mahkemesi Müdafaası (Osmanlıca, s. 78).
54. Şuâlar (Osmanlıca ) s. 287.
55. Emirdağ Lâhikası, 1:232-233.
56. Feyzü'l-Kadir, 1:55 (H. 15).
57. Şuâlar, s. 358.
58. Lem'alar (Osmanlıca), s. 120.
59. Emirdağ Lâhikası, I:61.
60. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, (İstanbul: Timaş Yayınları, 1990), 1:36.
61. Badıllı, A.g.e., s. 1:35.
62. Emirdağ Lahikası (Osmanlıca), s. 16.
63. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, 3:238 (1994 Baskısı); Geniş bilgi için bknz, Badıllı, Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1:35-39.
64. Şuâlar, s. 578.
65. Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, 1:38-39.
66. Barla Lahikası, s. 103.
67. Emirdağ Lahikası, 1:232.
68. Şuâlar, s. 427.
69. Kastamonu Lahikası, s. 28.
70. Emirdağ Lahikası, 1:169-170.
71. a.g.e., 1:232.
72. a.g.e., 1:233.
73. a.g.e., 1:141.
74. Emirdağ Lâhikası, 1:65-66.
75. Tılsımlar Mecmuası, s. 169 (İstanbul: Tenvir Neşriyet, 1988).
76. Emirdağ Lâhikası, 1:20.
77. a.g.e., 1:90. 
78. Kastamonu Lâhikası, s. 111.
79. Emirdağ Lâhikası, 1:67.
80. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11-12. 
81. Tarihçe-i Hayat, s. 595.
82. Kastamonu Lahikası, s. 148.
83. Yrd. Doç. Dr. Şadi Eren, Kur'ân ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları, İstanbul: 1996, s. 96.