25 Temmuz 2014 Cuma

DÜNYA BARIŞI İÇİN BEDİÜZZAMAN MODELİ




Değişim sancıları içerisindeki,


başta Türkiye ve âlem-i İslâm özelinde tüm dünya için ;


Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said

Nursî’nin örnek hizmet anlayışı özetleniyor

BEDİÜZZAMAN TOPLUMSAL VE KÜRESEL BİR REALİTEDİR


TBMM’de Meclis Anayasa Komisyonu’na Bediüzzaman’ın görüşleri çerçevesinde


ana beklentiler raporunu sunan Genç Hukukçular topluluğu sözcüsü Said Mürsel


Çeşitcioğlu, Türkiye için anayasa hazırlanırken Bediüzzaman gibi bir realiteye de kulak


verilmesinin şart olduğunu söyledi.


Genç hukukçular kimdir, nasıl bir oluşumdur?


Biz esasında Risale-i Nurlar’dan bir şekilde


haberdar olmuş, Bediüzzaman’ın fikirlerini ülkenin


geleceği için incelenmesini gerekli ve önemli


bulan bir grup arkadaştık. Ve bu grup zaten uzun


bir süredir de çalışmalar yapıyordu. Yeni anayasa


süreciyle birlikte, Bediüzzaman’ın görüşleri çerçevesinde,


anayasal talep ve beklentilerin kaleme


alındığı bir rapor hazırladık. Bu rapora farklı üniversitelerden


isimler katkı sağladı. Ve bu çalışma


İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın çatısı altında


gerçekleştirildi. Özeti de budur.


Anayasa taslağını nasıl hazırladınız, nasıl


bir çalışma süreci var işin içinde?


Anayasa taslağı değil aslında, kamuoyunda


karıştırılan böyle bir şey var, biz bir taslak ortaya


koymadık, bir rapor ortaya koyduk. Bu rapor


şu: Anayasa toplumsal bir sözleşme olduğu için,


toplumdaki her kesim, sokaktaki vatandaşı, işçisi,


köylüsü, herkesin bir şeyler söylemesi icap eder.


Dolayısıyla bu süreçte de, Türkiye’de ve dünyada


okuyucuları 10 milyonlara ulaşmış bir müellifin


görüşlerini paylaşmak, en tabi, en doğal bir haktır.


Kişisel görüşlerimizden farklı şeyler olabilir


raporda.Topluluğumuz içerisinde raporda belli


noktalarda farklı düşünen arkadaşlar da vardı.


Fakat bir konsensüs sağlandı ve objektif olmaya


çalıştık. Rapor olmasını özellikle vurgulamak


istiyorum, çünkü, taslak deyince anayasa böyle


olmalıdır şeklinde bir devlet düzeni öngörüyorsunuz


ve biz Said Nursi’nin devlet modeli öngördüğünü


düşünmüyoruz. Uygulamaya dair önemli


tavsiyeleri var, 1909’da bunu ifade etmiş, Hutbe-i


Şamiye’nin Zeylinin Zeyli’nde. Bu raporda,


Hutbe-i Şamiye’nin Zeylinin Zeyli’ndeki 33


maddelik Bediüzzaman Said Nursî’nin anayasal


düzenine ilişkin, talep ve beklentileri esas alındı.


Üzerine de Risalelerin farklı yerlerinden 11 tane


anayasal talep ve beklenti niteliğinde madde konuldu.


Dört aylık bir çalışma. Türkiye’nin temel


meseleleri de belirlendi bu 11 ekstra madde için.


Bu çalışma da yöntem olarak şu şekilde oldu.


Risale-i Nur’dan referans metni koyduk. Buradan


çıkardığımız genel ilkeyi ifade ettik. Bu metinden


çıkan genel ilke hukuki anlamda budur, izah


ve gerekçe konuldu. Dünya anayasalarından ona


paralel maddeler konuldu. Bunu şunun için söyledik,


bakın, Bediüzzaman’ın 100 yıl önce söylediği


şeyler, bugün dünya anayasalarında birer


madde olarak mevcut ve biz hala bunun gerisindeyiz.


100 yıldır aynı konuları tartışıyoruz. Bunu


da göstermek için... Ve insanlar isme ve şekle çok


takıldığı için günümüzde buna takılmaması için


de dünyadan örnekler olduğunu gösterdik. Mesela


örnek vermek gerekirse, Bediüzzaman diyor


ki kamu görevlileri millete amir değil, milletin


hizmetçisidirler. Güney Kore anayasasında aynen


şu ifade var: Tüm kamu görevlileri, tüm milletin


hizmetçisidirler ve bütün milletin önünde


sorumludurlar. Şimdi aynı bu ifade çok paralel...


Bu şekilde maddeler koyduk.Bir de şu önemi var,


Bediüzzaman’ın diğer çağdaşı ve daha sonraki


din alimlerinden farklı kılan demokrasi, anayasal


düzen, parlamenter sistem, bunlara çok ciddi atıflar


yapmış olması. Dolayısıyla dinin siyasete alet


edilmesine de karşı bir insan.


Peki neden referansınız Bediüzzaman oldu?


Şöyle, bu ülkedeki en önemli iki problem,


ırkçılık ile din ve vicdan özgürlüğüdür. Kapatılan


partilere baktığımız zaman bunu çok açık ve net


görebiliriz. Bediüzzaman, köken itibariyle doğudan


gelmiş ve dindar bir isim,bu problemlere de


önemle değinmiş. Dünyada Bediüzzaman’a ilgi


çok daha farklı hiç beklemediğiniz tepkiler alabiliyorsunuz.


Almanya’da havalimanındaydım,


biriyle tanıştık, adımın Said olduğunu öğrenince,


Said Nursi’yi tanıyıp tanımadığımı sordu.


Bir gün Belçika’dan Fransa’ya gidiyordum, yolda


Faslı bir mühendisle konuştuk sohbet ettik, yine


ismimden dolayı bana “orada bir alim var, hapishanede


küçük küçük kağıtlara kitap yazmış, ifadesini


kullandı. Türkiye’de Bediüzzaman’a karşı


sanal bir önyargı var. Yani reel değil. Ama dünyada


öyle değil. Mesela Oxford Üniversitesi’nde


Said Nursi’yi anlatan bir kitap vardır.Ezher’de,





Amerika’da, İngiltere’de kürsüler,ciddi akademik


çalışmalar vardır ve dünyada 50 küsur dile


çevrilmiştir bu eserler. Güney Asya’da üniversitelerde


ders olarak okutuluyor. Bu sene hakkında


iki tane film çekilmiş, izleyici sayısı toplam


üç buçuk milyon civarında. Şimdi böylesi geniş


bir kesimin, anayasal talep ve düşüncelerini ifade


etme hakkı yok mu? Neticede bu toplumsal


bir sözleşme. Kaldı ki Türkiye’nin en önemli iki


problemine ışık tutan görüşleri var.


Peki Risale-i Nur’daki temel prensipler


anayasa hazırlığında nasıl bir rol oynayabilir?


Biz burada Risale-i Nurdaki temel prensipler


arasından şunu söyleyebiliriz; Bediüzzaman’ı


farklı kılan, İslamiyet ve demokrasinin birbiriyle


çelişmeyeceğini göstermiş olması. Demokrasiyi,


hak ve özgürlükleri savunurken, anayasal düzeni


savunuyor, bunu Saltanat, Meşrutiyet, Cumhuriyet


devrinde de savunuyor. Bunun yanında


da hukuki anlamda ortaya koyduğu şeyler var,


mesela, Doğu’da Kürt aşiretleri Meşrutiyete karşı


çıktığı zaman, şöyle söylüyorlar, diyorlar ki,


biz Ermenilerle nasıl eşit olabiliriz, o da diyor


ki, eşitlik, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır.


Hukukta ise şah ve geda birdir. Yine, bu milletin


geleceğinin Ermenilerle barış içinde olması


gerektiğini söylüyor. Bunun yanında mesela Ermenilerle


ilgili soruda, Ermeniler vali ve kaymakam


oluyor, nasıl olur dediklerinde, Meşrutiyet


millete hizmettir. Vali ve kaymakamsa amir değil,


ücretli hizmetkârdırlar. Yani klasik bir bakış


açısı sunmuyor. Dolayısıyla Bediüzzaman’ı farklı


kılan bir nokta var, din ve vicdan özgürlüğünün


yaşanması bağlamında idarenin eylem ve işlevlerinin


şeffaf olması bağlamında sunduğu şeyler


var. Mesela efkarı amme didebandır, gözcüdür,


diyor. Kamuoyunu önemsiyor.


Bediüzzaman, Cumhuriyet’e, anayasal düzene


ve demokrasiye nasıl bakıyor?


Burada Bediüzzaman’ın toptan bütün eserlerini


tarayarak bir çalışma ortaya koymadık, bunu


da ifade etmek isteriz. Dedik ki, Türkiye’nin en


önemli temel sorunları nedir? Bediüzzaman bu


temelde ama daha başka noktaları da ortaya koyarak,


görüşlerini yansıtmak istedik. Bu da işte


Hutbe-i Şamiye’nin Zeylinin Zeyli paralelinde


oldu. Bediüzzaman’ın nasıl baktığına gelince,


şimdi bir kere Bediüzzaman’daki en önemli


özellik şu, siyasal İslam’a karşı olduğunu görüyoruz,


bu çok önemli bir hadise. Diyor ki din


kutsal bir değer, siyaset üstü bir değer. Dolayısıyla


dinin siyasete alet edilmesine karşı... Fakat


laikliğin, militan bir laiklik anlamında uygulanması,


dinin siyasete alet edilmesine de sebep


oluyor. Bediüzzaman’ın din ve vicdan özgürlüğü


bağlamında algıladığı laiklik nötr laiklik ya


da pasif laiklik dediğimiz bugün Amerika’da ve


İngiltere’de kullanılan laiklik. Mesela bu bağlamda


Türkiye’de ufuk açıcı bir nokta var. Yine


Bediüzzaman’ın müspet hareket dediği bir yöntemi


var. Yani asayişe ilişmeme, kanunlar içerisinde,


mümkün mertebe reaksiyoner değil, aksiyoner


olma, düşmanlık etmeme, kendi davasını


anlatma gibi yönleri var. Onun dışında mesela


çoğunlukçu bir demokrasiyle alakalı, şunu söylüyor,


muhalif hareketler adaletin bir gereğidir


ve meşrudur. Her hükümette muhalif hareketler


bulunur. Biz bugün bile çoğunlukçu demokrasi


mi çoğulcu demokrasi mi, bunu tartışıyoruz.


Yine mesela Cumhuriyetin isim ve resimden


ibaret olmamasını istiyor. Yani gerçek manada


demokratik bir Cumhuriyet. Ve bunu savunurken


de, ilkesel bir şekilde savunuyor. Yani farklı


devirde, farklı savunmuyor. Bunu Osmanlı’da da


savunuyor. En basit bir örnek, henüz II. Meşrutiyet


ilan edilmediği bir dönemde karınca misalini


verebiliyor. Bu karınca taifesi Cumhuriyetçi oldukları


için ben bunları ödüllendiriyorum diyor.


Daha ortada Meşrutiyet yok, Cumhuriyet 1923


yılında kuruldu. Bediüzzaman bunu bundan on


yıllar önce söylüyor. Yine, cumhuriyetin adalet,


meşveret ve hukukun üstünlüğü üzerine kurulması


gerektiğini ifade etmiş.


Üstad’ın devlet ve hukuk anlayışını özetler


misiniz?


En azından bizim gördüğümüz kadarıyla,


önerdiği bir devlet modeli yok. Fakat ilkesel


bazı yaklaşım ve tavsiyeleri var. Bedüzzaman,


Türkiye’nin örnekliğini önemsiyor. İnsanlığa


karşı sorumlu bir anayasa olmasını istiyor. Yani


mesela o kadar ki, bitkilerin ve hayvanların dahi


korunacağı bir anayasa istiyor. Mesela ‘hukukullah’


ifadesini kullanmış. Yani kamu hukukunun


korunması, çevrenin bitkinin, yer altı yer üstü


kaynaklarının korunmasından söz ediyor. Hukuk


nizamı açısından da mesela şu ifadeyi veriyor,


“Adliye, kim gelirse gelsin önüne, bilâtefrik bağımsız


ve tarafsızdır.” Yargının bağımsızlığını ve


tarafsızlığını savunuyor. Çünkü bir İslam âliminin


bunu savunmuş olması, bugün Türkiye’de hem


dindarlara yönelik, hem dünya Müslümanlarına


örnek bir tavırdır. Biz bunu sadece gösterdik. Ve


bu noktada da, gerek demokrasiye gerek hak ve


özgürlüklere gerekse anayasal düzene muhalif bir


şey sunulmadığı kanaatindeyiz.


Sizin sunduğunuz görüşler bağlamında hazırlanacak


bir anayasanın toplumda kabul görmesi


nasıl olur? Şimdiye kadar gelen tepkiler


nasıldı?


Bu rapor TBMM’de milletvekillerinin çok


ciddi takdiriyle karşılaştı. CHP milletvekili Atilla


Kart hukuk tekniği açısından mükemmel bir


rapor ifadesini kullandı. Yine komisyon üyeleri,


komisyonda olmayan farklı üyeler bunu deklare


ettiler. Bunun yanısıra Twitter’da TT oldu, çok


konuşuldu. Her ne kadar medyanın çarpıtması


olmuş da olsa yorumlara baktığımızda genel


anlamda bir sahiplenme, beğenme, takdir edilme


görüyoruz. Sadece dindar insanlardan değil, liberal


insanlardan aldık. Ve çok enteresan bazı sosyal


demokrat milletvekilleri, “Biz Bediüzzaman’ın


böyle düşünceleri olduğunu bilmiyorduk” dediler.


Kapakta Bediüzzaman’ın fotoğrafı olmasını


eleştirenler de oldu ama ne yani Marksist Düşüncede


Hukuk diye bir çalışma yapsak, Marx’ın


fotoğrafını koymayıp kendi fotoğrafımımızı mı


koyacağız? Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde


çok çarpıtıldı olay. Bir kere basın mensubu yoktu.


Ve meclis kayıtları orada. Bazı yalan içerikli


haberler de var, onun için yasal haklarımızı kullanacağız.


Çarpıtmalar aslında şundan da kaynaklanıyor


olabilir. Biz raporun gerekçe ve izah


kısmını gerek zaman açısından, gerek görüşleri


sınırlandırmamak adına sunmadık. Netice itibariyle


bu anayasal taleplerin somutlaştırılması


istendi. Bize bunu biraz açın ne demek istiyorsunuz


dendiği zaman bazı izah edici mahiyette


ifadeler kullandık. Mesela ne dedik; devletin


içki üretmek gibi bir görevi olmak zorunda değil.


Özel teşebbüslere bırakabilir. Veya piyangoyu


özel teşebbüslere bırakabilir, dedik. Ama bu


medyada milli içki olmasın, milli kumar olmasın,


yasaklansın diye yansıtıldı. Mesela en önemli


nokta zina ile ilgili bölüme değinmek istiyorum.


Yakın zamana kadar zaten zina suçtu. Eğer bu


böyleyse o halde Türkiye’deki o zamanın bütün


idareciler yobazdır. Ve bugün ceza hukukçusu diyebileceğimiz


çok da popüler isimlerden zinanın


hala suç olması gerektiğini savunan insanlar var.


Biz şunu söyledik; zina dini dinamikleri kuvvetli


bir toplumda aile yapısına zarar verir, devletin


asli görevlerinden biri değil bu denildi. İnternet


yasaklansın diye haber yapıyorlar, internet neden


yasaklansın biz dünya anayasa örneklerini zaten


internetle bulduk. Dolaysıyla burada sanal bir


önyargı var, harbi bir tavır yok.


Anayasanın şahıs referanslı da olmaması


gerektiği de söylendi. Buna ne dersiniz?


Biz burada Bediüzzaman’ın şahsını içerikte


referans alan bir anayasa taslağı hazırlamadık,


zaten kişilerin öne çıkarılmasına karşıyız.


Bediüzzaman’ın eserleri dünyada ve Türkiye’de


bir realitedir. Ve demokrasi ve cumhuriyet bu


ülkede yaşayan bir halkla anlam ifade eder. Dolayısıyla


Bediüzzaman bu ülkenin bir değeriyse


onun öğretisine bu kadar sahip çıkan insanların


olduğu bir ülkede, yeni bir toplumsal sözleşme


sürecinde talep ve beklentilerin iletmesi de son


derece demokratik ve rasyoneldir.






BEDİÜZZAMAN’DAN PROJELER


Bediüzzaman’ın Nur Külliyatı, özellikle “Mektubat” adlı eserindeki “Uhuvvet Risalesi”, “Onaltıncı, yirmiikinci ve yirmialtıncı mektupları” hakiki bir milli barış ve kardeşlik projeleridir. Bediüzzaman, siyaset adamı değildir ama, Türkiye ve dünya siyasetine yön veren adamdır. Kaleme aldığı iman hakikatleri, barış ve kardeşlik projeleriyle Türkiye’ye, dolayısıyla da dünya siyasetine denge ve istikrar kazandırmıştır. Başlattığı iman hareketi ve kaleme aldığı iman hakikatleriyle Bediüzzaman, Türkiye ve dünyada denge ve istikrar siyasetinin mimarı olmuştur.


O okundukça ve okuyucuları arttıkça bu denge ve istikrar gün geçtikçe kuvvet kazanacak, dünya, beklenen, özlenen ve gözlenen gerçek baharına, altın çağına, saadet asrına kavuşacaktır, inşallah. Çünkü o, Allah dedi, Peygamber dedi, başka bir şey demedi. Bir insan Allah’ın rızasını ve gücünü yanına alır, Peygamberin cehd ve gayretini kafasına koyarsa ona ne dayanır? İşte Bediüzzaman bunu yaptı. Bunu yaparken güzel bir yol ve güzel bir yöntem kullandı. İşte o yol ve yöntemin anatomisi:


1-Müsbet hareketi esas aldı. Hikmetle, güzel öğütle davetini yaptı. “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” dedi. Muhabbete muhabbet besledi ve düşmanlığa düşman oldu. Okuyucularına da bunu öğretti. Sevgiden yoksun kalmış bir dünyada bu önemli bir olaydır.


2-Davasını anlatırken, tebliğini icra ederken icbar, zor ve zorbalık yolunu değil, ikna yolunu seçti. Tatlı ve yumuşak üslûbu esas aldı.


3-Adaletin ve özgürlüğün savunucusu oldu, diktaya ve cuntaya boyun eğmedi.


4-Zindanlarda kendisine yer hazırlayanlara, zulüm ve işkence yapanlara beddua etmedi. Ta ki onların masum çocukları babalarına gelen zarardan acı çekmesin.


5-O beş esası sinelere yerleştirmeye çalıştı. Onlar da: Hürmet, merhamet, emniyet, haramdan kaçınma, itaat ve ibadet etmekti.


6-Ona göre din ve dindarlık, iman hakikatlerinin tahsili, doğal ve zorunlu bir ihtiyaçtı. Onun için bütün mesaisini buna tahsis etti.


7-Dünyayı oyun ve eğlence yeri değil, ahiretin bir tarlası ve Allah’ın isimlerinin bir aynası gördü.


8-Kendisi ve talebeleri barış ve asayişin gönüllü muhafızı oldu. Bu hususta yönetimden kendisine destek istedi.


9-Yönetimdekilere, başarılı olabilmeleri için, Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmeleri gerektiğini söyledi.


10-Kâfire “hey kâfir!” demeyi eziyet saydı. Köre “hey kör!” demek eziyet olduğu gibi.


11-Şiddet kültürünü besleyen hastalıkları teşhis etti. Reçeteler yazdı, yönetime önemli projeler sundu. Ve şu tavsiyelerde bulundu:


a-Doğu ve Güney doğu vatandaşlarınıza dindarca yaklaşın.


b-Müsbet milliyeti (bütün milliyetleri bağrına basan İslâm milliyetini) esas alın.


c-İslâmiyet’i, Hıristiyanlık ve diğer dinlerle mukayese etmeyin. Çünkü İslâmiyet’in esası, tevhiddir. İslamiyet, vasıta ve sebeplere hakiki tesir vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vasıta ve sebeplere bir kıymet verir, benliği kırmaz. Âdeta Allah’ın Rububiyetinin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. “Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesihi Allah’tan başka Rab edindiler.” (1) meâlindeki ayetin dairesine girdiler. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar. (2)


ç-Şark vilayetleri merkezinde din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulduğu büyük bir üniversite açın. Böylece İslâm birliğinin en büyük düşmanı olan menfi milliyeti yani ırkçılık belasını da bertaraf etmiş olacaksınız.


Üstad Bediüzzaman Bitlis, Van ve Diyarbakır havalisinde kurulmasını istediği örnek ve model üniversite için sekiz şart ileri sürmüştür. Ben, bu sekiz maddeyi özetleyerek sıralamak istiyorum:


Birincisi: Üniversitenin ismi Medresetü’z-Zehra olmalı. (Zehra, zühreden gelmekte, çiçek demektir. Müzekkeri ezher, müennesi zehra’dır. Mısır’ın Camiü’l-Ezheri gibi Türkiye’nin Medresetü’z-Zehrâsı olmalı. Camiü’l-Ezher’den farkı, dişi olması hasebiyle doğurgan olmasıdır.)


İkincisi: Müsbet ilimler, bu medresede din ilimleriyle harmanlanarak verilmelidir. Böyle olursa izdivaç gerçekleşmiş olur. Çünkü, “Vicdanın ışığı, din ilimleridir. Aklın nuru, medeniyet fenleridir. İkisinin imtizacı (yani birbirine karıştırılması ve evlendirilmesiyle) hakikat tecellî eder. O iki kanatla talebenin gayreti şahlanır. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe meydana gelir.” (3)


Üçüncüsü: Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürt’çe caiz olmalı. Yani Arapça din dili olduğu için vacip olmalı, Türkçe Türk nüfusunun ve nüfuzunun çokluğundan dolayı resmi dil olarak seçilmeli, Kürtçe de fıtratın hakkı ve gereği olarak serbest bırakılmalıdır. İsteyen istediği gibi kullansın.


Dördüncüsü: Kürt âlimler ve Kürtçe bilen öğretim elemanları ve öğretmenler o bölgeye tayin ve tahsis edilmeli. (4)


Dördüncüsü: Kürtlerin ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle istişare edilmeli. Herkese aynı ilaç değil, her hastalığa uygun ilaç verilmeli.


Beşincisi: İş bölümü kuralına uygun olarak ihtisaslaşmaya ve branşlaşmaya gidilmeli, her branşın birbiriyle yardımlaşması sağlanmalı.


Altıncısı: Bu üniversiteden mezun olanlara diploma verilmeli, bu üniversite devletin bütün resmi okullarına eşit tutulmalı, mezunlarına iş verilmeli, istihdam alanlarında onlardan yararlanılmalı, yanı sonuçsuz bırakılmamalı.


Yedincisi: Öğretmen okulları da Üniversite bünyesine alınmalı. Bütün okullarımızda intizam, fazilet ve din eğitimi olmalı.


Sekizincisi: Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı bölgelerde devam eden bireysel öğretim, genel öğretime, informal öğretim, formal öğretime dönüştürülmeli.


d-Cehalet, zaruret ve ihtilâf düşmanının karşısına marifet, sanat ve ittifak silâhiyle çıkın.”


e-Risale-i Nur’u okuyanların “asayişin manevî bekçileri oldukları”nı, asayişi korumanın tek yolunun da, insanların kalplerine iman ve marifet nurunu yerleştirmekten geçtiğini, bu işi de çağımızda en güzel şekilde Risale-i Nur’un yaptığını bilin.


f-Özgürlüğü, kuralsız ve ahlaksız yaşamak şeklinde görmeyin. “İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar.”(5) Yani yine Allah’ın kuludurlar. “Hürriyet, nefsine de, başkasına da zarar vermemektir.” (6)


g-Kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmemeli. Herkesin hukûku korunmalı, herkes meşru hareketlerinde şahane serbest olmalı.


ğ-Birlik ve beraberlik korunmalı, bunu bozmak isteyenlerin oyununa gelinmemeli. Üç tane bir ayrı ayrı dururlarsa üç kıymeti var. Eğer bir araya gelseler, omuz omuza verseler yüz on bir kıymet ve kuvvetini kazanırlar.


h-Biz Kalû Belâ’dan Muhammedî Cemiyet’e (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Bizi bir araya getiren, bir ve beraber yapan tevhiddir. Andımız ve yeminimiz îmandır. Mademki Allah’ın birliğine inanıyoruz, öyleyse biz biriz. Herbir mü’min i’lâ-yı Kelimetullah’la görevlidir. Bu zamanda, bu görevin en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira yabancılar teknik ve sanayi silâhıyla bizi manevî istibdatları (baskıları) altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhiyle i’lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ayrışmaya karşı cihad edeceğiz. Amma dışa karşı cihadı, nurlu şeriatın kesin delillerinden ibaret olan elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere üstün gelmek ikna iledir, söz anlamayan vahşilere yapıldığı gibi zorla değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, (sevgi kahramanlarıyız) husumete vaktimiz yoktur. İttifak Hüdâdadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine Allah’ın kullarıdırlar. Ümitsizlik her gelişmenin engelidir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın (baskı rejimlerinin) yadigârıdır. (7)


(Devam edecek)


Vehbi Karakaş / Risale Haber


DİPNOTLAR:


1-Tevbe, 9 / 31


2-Nursi, aynı yer.


3-Orijinali için bkz. Nursî, Münâzarat


4-Bir Üstad Bediüzzaman’ın yıllar önce ortaya koyduğu bu projeye bakıyorum, bir de Zaman Gazetesinin 8 Şubat 2010 tarihli nüshasındaki habere bakıyorum. Bediüzzaman’ın ne kadar isabet kaydettiğini, o gün o proje dikkate alınsaydı, bu kadar ziyan olmayacaktı, kanaatine varıyorum. Şimdi o habere bir göz atalım: Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, Diyarbakır’da kanaat önderlerini tek tek dinledi. Halkın ve kanaat önderlerinin isteği şu: 1- Bölgemiz, din hizmetlerinin zayıflatılması sebebiyle bu hale geldi. 2-Kırsalda halk derdini cami imamlarına anlatır. Ancak camilerde görevli imamlar Kürtçe bilmiyor. Bu yüzden halkın itibar ettiği Kürtçe bilen müderrislerin önü açılmalı. 3- Geçmişte ezan bile okutulmuyordu. Şimdi çok daha rahatız. Ancak ülkeyi karıştırmak isteyen şer odaklarına fırsat verilmemeli.


5-Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 1991, s. 58


6-Bkz. Nursî, Münazarat, s. 55


7-Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s.9-14









IRKÇILIK


Irkçılık, kafatasçılık demektir. Diğer bir ifade ile "bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer insanları hakir görmektir, bunun bir adı da menfî milliyetçiliktir."15 diyen ve bunun İslam'da yeri olmadığına dikkat çeken Bediüzzaman, milliyet fikrini, müsbet ve menfi diye iki kısma ayırır, müsbet milliyete sahip çıkar, herkesin menfi milliyetten uzak durmasını ister ve bunun sebebini de şöyle açıklar:


"Milliyet fikrinde (millet ve köken taraftarlığında) nefse ait bir zevk, gafletli bir lezzet, uğursuz bir kuvvet var. Onun için şu zamanda sosyal hayatla meşgul olanlara, milliyet fikrini bırakınız, denilmez. Milliyet fikri, şu asırda çok ileri gitmiş. Özellikle dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar."


Bediüzzaman'ın bu sözleriyle menfi milliyetçiliğin bölücülük olduğuna, düşmanlık duygularını körüklediğine işaret ettiğini de çok rahat görebiliyoruz.


Hucurat suresinin 13. ayetini: "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanıyasınız ve birbirinizdeki sosyal hayata ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize yardım edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; bir diğerinizi inkâr edesiniz, yabani bakasınız, düşmanlık besleyesiniz, diye değil!"16 şeklinde meallendiren Bediüzzaman bu âyet-i kerimenin işaret ettiği "tanışma ve yardımlaşma prensibi"nin izahı için de şunları söylemiştir:


"Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar ayrılır. Tâ ki; her neferin çeşitli kademelerle olan ilişkileri ve görevleri tanınsın, bilinsin. tâ, o ordunun fertleri, yardımlaşma prensibi çerçevesinde, hakikî ve genel bir görevi görmüş olsun ve sosyal hayatları, düşmanın hücumundan korunsun. Yoksa bölüklerin ayrı ayrı olması; bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı düşmanlık etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. Aynen öyle de İslâm toplumları büyük bir ordudur, çeşitli milletlere ayrılmışlar. Fakat Allah'ın bin bir isimleri sayısınca birlik yönleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir.. binler kadar bir, bir...


"İşte bu kadar bir, birler; kardeşliği, sevgiyi ve birliği gerektiriyorlar. Demek kabile, taife ve milletlere ayrılma, şu âyetin ilân ettiği gibi, tanışma ve yardımlaşma içindir, biri diğerini yok sayma, biri diğerine düşmanlık besleme için değildir.!"


Onun içindir ki, hadîs-i şerifte buyurulmuş:


"İslâmiyet, cahiliye devrinin ırkçılık düşüncesini kesip atmıştır. Müslüman olduktan sonra Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur."17 Ve Kur'an da ferman etmiş "Kâfirler kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu, tarafgirliğini yerleştirdikleri zaman, Allah da Resulünün ve müminlerin gönüllerine huzur ve güven duygusunu verdi. Takva kelimesini onlara yoldaş etti. Zaten onlar bu söze pek layık ve ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilir."18


Dünya savaşındaki müthiş olaylar dahi, ırkçılığın insanoğluna ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde hürriyetin başlangıcında ırkçılık düşüncesiyle milletler dağıldı. Pek çok cemiyet-i akvam=milletler cem'iyeti teşekkül etti. Onlardan şimdiye kadar, ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin (ırkçılığın) zararını gösterdi.


Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve yabancı tahakkümü (istilası ve işgali) altında ezilen milletler ve İslâm toplumları içinde, milliyet fikriyle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki manen onlara yardım edip, menfî unsuriyet (ırkçılık) fikriyle doğu ve güney vilayetlerindeki vatandaşlara ve dindaşlara düşmanlık besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararlı ve tehlikelidir. Bununla beraber; o güneyliler içinde düşman yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Güneyden gelen Kur'an nuru var, İslâmiyet ışığı gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.


İşte o dindaşlara düşmanlık; dolayısıyla İslâmiyet'e, Kur'an'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'an'a karşı düşmanlık ise, bütün bu vatandaşların dünya ve ahiret hayatlarına bir çeşit düşmanlıktır. Tarafgirlik adına sosyal hayata hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek; tarafgirlik değil, ahmaklıktır.


Müsbet Milliyet


Müsbet milliyetin, sosyal hayatın ihtiyacından ileri geldiğini, yardımlaşma ve dayanışmaya sebep olduğunu, menfaatli bir kuvvet temin ettiğini, İslâm kardeşliğini destekleyecek bir vasıta olduğunu ifade eden Bediüzzaman şu tavsiyelerde bulunuyor:


"Şu müsbet milliyet düşüncesi İslâmiyet'e hizmetkâr olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet'in verdiği kardeşlik içinde bin kardeşlik var; beka aleminde ve berzah aleminde o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için milli kardeşlik ne kadar da kuvvetli de olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine koymak; aynı kal'anın taşlarını, kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak türünden ahmakça bir cinayettir.


"Türk milleti İslâm toplumları içinde nüfusu en çok olan bir toplumdur. Bununla beraber dünyanın her tarafında olan Türkler Müslüman'dır. Diğer unsurlar gibi, Müslim-gayr-ı Müslim olarak iki kısma ayrılmamıştır. Nerede Türk varsa, Müslüman'dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. (Macarlar gibi) Halbuki küçük toplumlarda dahi, hem Müslim ve hem de gayr-ı Müslim var.


"Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle kaynaşmış. Ondan ayrılması mümkün değil. Ayırsan mahvolursun! Bütün senin mazideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!"


Menfi Milliyet


Menfî milliyette ve unsuriyet (ırkçılık) fikrinde aşırı gidenlere ayrıca şunları söylemiştir:


"Şu dünya yüzü, özellikle şu memleketimiz, eski zamandan beri çok göçlere ve değişikliklere sahne olmuş; İslâmî Hükümet merkezi bu vatanda kurulduktan sonra, diğer milletlerden bir çoğu pervane gibi onun içine atılıp, orayı vatan edinmişlerdir. Şu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak o zaman gerçek ırklar belli olur, birbirinden ayırt edilebilir. Öyle ise, hakikî ırk düşüncesine göre hareket etmek ve tarafgirlik göstermek, manasız, hem de pek zararlıdır. Onun içindir ki ırkçı akımların reislerinden ve dine karşı alakasız birisi, mecbur olmuş, demiş "Dil, din bir ise; millet birdir." Mâdem öyledir. Hakikî ırka değil; belki dil, din, vatan ilişkisine bakılmalıdır."


İslâmiyet'in mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının sosyal hayatına kazandırdığı yüzlerce faydadan iki tanesini misal olarak açıklayacağız


Birincisi: Şu İslâm devleti yirmi-otuz milyon iken, onun, bütün Avrupa'nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki Kur'an nurundan gelen şu fikirdir "Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim." Bu düşünce, mensuplarını tam bir şevk ve aşk ile savaşa koşturmuş, onları, gülerek ölüme hazırlamış, daima Avrupa'yı titretmiştir. Acaba dünyada basit fikirli, saf kalbli olan neferlerin ruhunda böyle yüksek fedakârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebilir? Hangi tarafgirlik onun yerine konulabilir, hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?


İkincisi: Avrupa'nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu İslâm devletine bir tokat vurmuşlarsa; üç yüz elli milyon İslâm'ı ağlatmış ve inletmişler. O sömürgeciler, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir açıdan küçük görülemeyecek manevî ve sürekli bir kuvvet yerine hangi kuvvet konulabilir? Gösterilsin. Evet o büyük ve manevî kuvveti, menfî milliyet ile ve istiğnakârane hamiyet ile gücendirmemeli."19


3- Mürşitlerin azalması veya etkilerinin kırılması


Alimlere ve velilere bu ülkenin ihtiyacı var. Çünkü onların halkın üzerinde etkileri fazla. Onların olduğu yerde insanlar çok rahat yanlış yapamıyor. Halkın onlara olan sevgi ve saygıları kısmen de olsa suç ve günah işlemekten koruyor. Hal böyle iken ne yazık ki biz bu alim ve velilerin kadir ve kıymetini bilemedik, onları değerlendiremedik. Git gide bunlar da azaldı, sayıları tükendi. Ve biz böylece bindiğimiz dalları kesmiş olduk. Aslında onlar ihlaslarına zarar gelir düşüncesiyle kimseden hürmet beklemezler. Kimsenin hürmetine ihtiyaç duymazlar. Ama herkesin onlara hürmet ve muhabbet borçları vardır. Çünkü o Allah'tan hakkıyla korkan alimler, Hz. Peygamber'in varisleridir. Din onlarla yaşayacak, onlarla ihya olacaktır. Onlar birer kutup yıldızı gibidir. İnsanlar onlarla yolunu bulacak, şaşkınlıktan, anarşi ve terörden kurtulacaktır.


Bu söylediklerimin haklılığını ispat için Bediüzzaman Said Nursî'nin sözlerine yer veriyorum. "Yeni Said, Eski Said gibi kendine hürmet ve teveccüh kazanmak ve şan ve şeref bulmak, katiyen aleyhindedir, katiyen kabul etmez. Onun için, yirmi senedir inzivayı tercih etmiş. Eğer asayiş ve idare hesabına nüfuzunu kırmak ve umumun nazarında çürütmek için yapıyorsanız, pek büyük bir hata ediyorsunuz. İki sene üç mahkeme, yirmi senelik hayatımın yüz yirmi eserinde, yüz yirmi bin Risale-i Nur şakirtlerinden, mucib-i ihtilal ve medar-ı mesuliyet ve vatan ve millet aleyhinde hiçbir şey bulmadılar, beraatimizle beraber Risale-i Nur eczalarının bütününü iade ettiler."20


Bu sözlerin sahibi Bediüzzaman, kendisini sıkıştıranların vatan ve millet zararına, anarşilik ve dış güçler hesabına hareket ettiklerini söylemekten de geri durmamış ve şöyle demiştir: "Katiyen size beyan ediyorum ki, dinsizlik hesabına bizi ezen sizler, vatan ve millet, asayiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde ve müthiş bir ecnebi hesabına beni sıkıştırıp, bir sarsıntı çıkarıp, o cereyanın müdahalesini istiyorsunuz. Onun için, bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem; asayiş, idare lehinde sabır ve tahammüle karar verdim. Elbette dünya daimi olmadığı gibi, hadisatı da fırtınalı, daima değişir. Birkaç saat cinayetlerle, dünyevi ve uhrevi binler zakkum ve azapla karşılaşanlar var. O zaman, faydasız yüz binler teessüf diyeceksiniz. Ben, resmi makamata ve bizimle tam alakadar vazifedarlara yazdığım gibi, sizin gibi bedbahtlara dahi derim:


Biz, Risale-i Nur'la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hatta mahkemede de kısmen ispat etmişiz. Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeye çalışan anarşiliğe karşı sed çekiyoruz.


İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir."21


4- Dinsizlik akımlarına kuvvet verilmesi


Yukarıda saydığımız olumsuzluklardan, anarşi ve terörden ülkeyi kurtarmak için din ve ahlaka, din eğitim ve öğretimine çok çok kuvvet verilmesi gerekirken din ve ahlaka pranga vurulmuş, dinsizlik akımlarına kuvvet verilmiştir. Bunlar da- komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik- Said Nursî'ye göre doğrudan doğruya anarşistliği doğurmuştur. Bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak Kur'ân hakikatları etrafında İslam birliği dayanabilir. Beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile ancak bu birlik olabilir. Bu vatanı yabancıların işgal ve istilâsından ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikate binaen, Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikate istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.22


Hakikî bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur. İnşaallah, Maarif ve Adliye Vekilleri (Millî Eğitim ve Adalet Bakanları) gibi, sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikati tam anlayacaklar. Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat, Kur'ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı mutlak küfürden, inkârdan, anarşilikten, dinsizlikten ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını Allah'ın rahmetinden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz."23


Bediüzzaman anarşinin kaynağının inkârcılık ve sekülerizm; ondan kurtulmanın çaresini de iman hizmetindeki ihlasın sonucu olan asayişi korumada gördüğü için bütün ömrünü iman hizmetine ve asayişi korumaya harcadığını söylüyor ve diyor ki: "Bir câni yüzünden on mâsumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi, hattâ lüzum olsa hayatımı feda etmekle, her bir tazyikata, mânâsız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte, benim otuz kırk senedir bu hizmet-i imaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp, bir bardak suda fırtına çıkarıp beni tâciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir neticesi olan âsâyiş için sabır ve tahammül ettim… "Madem iman hizmetinde tam ihlâsla, anarşiliği durdurmakla, âsâyişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helâl ediyorum."24


Müslüman, şimdiye kadar hakikî Yahudi ve Nasranî olmamış ve olmaz, belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de, bir Müslüman bolşevik olamaz. Belki anarşist olur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez. Biz Nur talebeleri hem idareye, hem âsâyişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz. Karşımızdaki dinsiz anarşistler, millet ve vatan düşmanlarıdır. Hükûmet için bize ilişmek değil, tam himaye ve yardım etmek elzemdir.25


5- Hürmet ve merhamet gibi ahlakî esasların sarsılması


Dinin en önemli esaslarından biri hürmet, diğeri de merhamettir. Bu esasların ciddi anlamda sarsıldığını ifade eden Bediüzzaman, bazı yerlerde, biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli boyutlara vardığını ve son derece acı neticeler verdiğini dile getiriyor ve şöyle diyor:


Cenab-ı Hakk'a şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Zülkarneyn seddinin yıkılmasıyla Ye'cüc ve Me'cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, Muhammed (a.s.m.)'a ait olan Kur'an seddinin sarsılmasıyla Ye'cüc ve Me'cüc'den daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşistlik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.26


Anarşi ve Teröre Karşı Bediüzzaman'dan Çözümler


1- Kur'an hakikatlerine sarılmak


Bediüzzaman nerede olursa olsun anarşi ve terörün sadece silah zoruyla halledilecek bir mesele olmadığını ortaya koyuyor, çözüm noktasındaki görüşlerini şu şekilde ortaya koyuyor: "Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan dinsizlik, anarşizm ve materyalizme karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur'ân'ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin'i az bir zamanda komünistliğe çeviren beşerî musibet, siyasî, maddî kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan Kur'ân hakikatleridir.27


Bediüzzaman'a göre asır hasta, millet hasta, fert hasta. "Hasta bir asrın, hasta bir milletin, hasta bir ferdin reçetesi Kur’an'a uymaktır."28 Bunun sebeplerini de şu şekilde açıklıyor: Çünkü Kur'an:


a- Etkili ve tam bir adaleti emrediyor.


b- İnsana sarsılmaz bir dayanak noktası sağlıyor. O dayanak noktasının Allah olduğunu söylüyor.


c- İnsanı evham ve şüphelerden kurtarıyor.


ç- Geleceğimizi ve âhiretimizi garanti ediyor.


d- Umumî menfaatlar demek olan Allah'ın haklarını izinsiz kullanmaktan insanı kurtarıyor, o hakları izinli kullanır hale getiriyor.


e- Millî hayatımızı koruyor, yabancılara karşı metanetimizi, kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteriyor.


f- İnsanı dünya ve ahiret rüsvalığından kurtarıyor, dünya ve ahiret saadetine kavuşturuyor.


g- Düşünceleri intizam altına alıyor, birleştiriyor, istikamet veriyor.


ğ- Medeniyetin kötülüklerini ve günahlarını hürriyetimizin ve medeniyetimizin sınırlarına sokmuyor.


h- Bizi hukukta Avrupa dilenciliğinden kurtarıyor.


i- Hükümetin mânevi şahsiyetini Müslüman gösteriyor.


ı- Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın peygamberlerin sonuncusu ve şeriatının ebedî olduğunu tasdik ettiriyor.


j- Medeniyeti tahrip eden ve anarşiye yol açan dinsizliğe karşı set çekiyor.


k- Alimlerin ve vaizlerin düşüncelerini belli esaslarda birleştiriyor.


l- Medeniyet yıkıcısı olan ahlaksızlıktan ve israflardan kurtarıyor.


m- Ahiret düşüncesini unutturmadan dünyayı imara yönlendiriyor ve çalışmayı teşvik ediyor.


n- Medeniyet hayatı olan güzel ahlakı ve yüksek duyguları öğretiyor.29


2- Asayişi muhafaza


Bediüzzaman her zaman asayişi korumadan yana olmuş, talebelerine de asayişi korumaya yardımcı olmalarını emretmiştir. Aşağıdaki satırlar bunu anlatmaktadır:


"Bir hanede veya bir gemide bir tek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur'âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu bir tek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en büyük bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, İlâhi adaletle ve Kur'ânî hakikatla men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur'ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.


Gizli düşmanlarımız, şüphe yoktur ki, onlar ya siyaseti dinsizliğe âlet etmek istiyorlar veya komünist perdesi altında bu mübarek vatanda, bilerek veya bilmeyerek anarşiliği yerleştirmek istiyorlar. Çünkü, bir Müslüman İslâmiyet dairesinden çıksa, mürted ve anarşist olur, hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünkü anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet seciyelerini canavar hayvanların seciyesine çevirir. Âhir zamanda gelecek Ye'cüc ve Me'cücün komitesi, anarşistler olduğuna Kur'ân işaret ediyor."30


Bediüzzaman her zaman asayişten yana olmuş, onu ihlal edenlere karşı çıkmış, ayaklanmaları bastırmış, milyonlarca okuyucusunu asayişin bekçisi, vatan ve mukaddesatın muhafızı yapmıştır.31


3- Risale-i Nurları okumak ve okutmak


Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur'ân'a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta Cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir Cehennem var. Çünkü, ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara, hem şahsın idam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, Cehennemden on defa daha fazla dehşetli Cehennem azâbı çeker. Demek o Cehennem azâbını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünkü, her bir insan akrabasının saadetiyle mesut, azabıyla muazzep olduğu gibi Allah'ı inkâr edenlerin itikatlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azaplar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu mânevî Cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var. O da Kur'ân-ı Hakîm'dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır.32


Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokata müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi sekiz masum biçare, çoluk çocuk, zayıf, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz masumlar o belaya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkûk olduğu halde girmek, Risale-i Nur'un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini men etmiş.


Evet, efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi rıza-yı İlahi ve imanı kurtarmak ve şakirtlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi haps-i münferitten kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslamiyet seciyesinden çıkan bir Müslim dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.33


Bediüzzaman, herkesin Risale-i Nur'a olan ihtiyacını da şu şekilde dile getiriyor: "Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükümet, ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur'a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet etmek, en dinsizleri de, onun dindârâne, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslamiye'ye hıyanet ola. Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lazım ve zarurîdir.


Birincisi: Merhamet.


İkincisi: Hürmet.


Üçüncüsü: Emniyet.


Dördüncüsü: Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.


Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmelidir.


İşte Risale-i Nur, bu beş esası temin edip, âsâyişin temel taşını tespit ve temin eder. Risale-i Nur'a ilişenler kat'iyen bilsinler ki, onların ilişmesi, anarşilik hesabına, vatan ve millete ve asâyişe düşmanlıktır… Divaneler de bilirler ki ona ilişmek divaneliktir.34


Bediüzzaman Risale-i Nur'u iki büyük belaya karşı siper görüyor. O iki beladan birincisi olarak: "Hıristiyan dinini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı" diyerek komünizmi gösterirken; diğerini de Avrupa'dan çıkıp hiçbir semavî dine dayanmayan, işgal ruhuyla hareket eden sömürgeci akımlar olduğuna dikkat çekiyor ve bu kuvvetlerin bu vatanı da işgal edebileceğine işaret ediyor. Bunlardan kurtulmanın çaresi olarak da Risale-i Nur'u gösteriyor. Risale-i Nur'un, Zülkarneyn'in seddi gibi Kur'an'ın bir seddi olduğunu söylüyor. Bu memleketin vatanperver siyasilerini görev başına çağırıyor, Risale-i Nurları resmen bastırıp dağıtmaya davet ediyor ve şöyle diyor:


Risale-i Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'âni vazifesini görebilir ve alem-i İslam'ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lazım gelmiş diye kalbime ihtar edildi… Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi, alem-i İslam'ın ve Asya kıtasının hal-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mucize-i Kur'âniye'dir. Bu memleketin vatanperver siyasileri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur'u tab ederek resmi neşretmeleri lazımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.


Evet, efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi rıza-yı İlahi ve imanı kurtarmak ve şakirtlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi haps-i münferitten kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslamiyet seciyesinden çıkan bir Müslim dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.35


Bediüzzaman'ın bu ifadelerinden Risale-i Nur'un önemini şöyle özetleyebiliriz:


1- Bu vatanı tehdit eden maddî ve manevî tehlikelere karşı Zülkarneyn'in seddi gibi bir Kur'ân seddi vazifesi görüyor.


2- İslam aleminin, bu mübarek vatan ahalisi hakkındaki su-i zanlarını, itiraz ve ithamlarını gideriyor. Kaybolup giden kardeşlik ve sevgi duygularını geri getiriyor.


3- Allah'ın rızasını kazandırıyor.


4- Okuyanları imansızlıktan kurtarıp, onları ve vatandaşlarını ebedî idamdan ve tek başına ebedî hapisten kurtarmaya çalışıyor.


5- Bu millet ve vatanı anarşi ve terör tehlikesinden ve gelecek neslin biçareler kısmını mutlak sapıklıktan kurtarıyor.


4- İslam Birliğini kurma


Bu zamanın en büyük farz vazîfesinin İslam birliği olduğunu söyleyen Bediüzzaman, bu birliğin meşrebinin muhabbet, düşmanının ise, cehalet, zaruret ve nifak olduğuna dikkat çekiyor ve şöyle diyor:


"Gayr-i müslimler emin olsunlar ki bu birliğimizin sebebi bu üç sıfata hücumdur. Gayr-i müslime karşı hareketimiz iknadır. Zira, onları medenî biliriz. Ve İslâmiyet'i mahbub ve ulvî göstermektir. Zira, onları insaflı zannediyoruz. Lâübaliler (aldırmazlar) iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler… İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) olan ittihad-ı İslâm'ın efkâr, meslek ve hakikatını, efkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız. Cihânın bütün arslanlarının bağlandığı bu zinciri hilekâr bir tilkinin koparmasına imkân var mıdır?"36


"Büyük ama bahtsız bir kıtanın, şanlı ama talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi İslam birliğidir."37 diyen Bediüzzaman, Amerika ve Avrupa'nın bu birliğe taraftar olmaları lazım geldiğini ve sebeplerini şu şekilde ortaya koyuyor: "Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâm'a taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur'ân'a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar."38


5- Tebliğde sertlik ve kaba kuvveti değil, ikna ve irşadı esas almak


Bediüzzaman, tebliğde sertliği ve kaba kuvveti değil, ikna ve irşadı esas almıştır. Çünkü o, inanıyor ve diyordu ki "Medenîlere galebe çalmak, (üstün gelmek) ikna iledir, sözden anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir."39 Bu sözüyle Bediüzzaman, tebliğ ve cihad yolunda olanların veya fikrini ve ürününü kabul ettirmek isteyenlerin despot ve zorba tavırlardan uzak durmaları gerektiğini vurgulamıştır. İnsanlara hitap etme, bir şeyler söyleme makamında olanları da "Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek, doğru değildir."40 "Haklı her meslek sahibi, mesleğim haktır, diyebilir; ama hak yalnız benim mesleğimdir, diyemez."41 gibi sözleriyle uyarmış, barışı zedeleyecek, kavgayı körükleyecek söz ve davranışlardan uzak durmaları gerektiğini vurgulamıştır. Mürşid alimleri, "Mürşid alim, koyun gibi olmalı, kuş gibi olmamalıdır. Çünkü koyun kuzusuna süt verir, kuş yavrusuna kay42 verir." sözüyle tarif eden Bediüzzaman, onların hazımlı, sabırlı, söylediklerini önce kendi dünyalarında yaşayan insanlar olması lazım geldiğine dikkat çekmiştir.43


"Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır." sözü, Bediüzzaman'ın hal ve dilinin karakteri olmuş, okurlarının ve müntesiplerinin vazgeçilmez prensibi haline gelmiştir. Bunun içindir ki Bediüzzaman'ın ekolü, anarşi ve terör hareketlerinin hiç birinde boy göstermemiş, bu anlamda hiç kimseye prim vermemiş, hiç kimsenin oyununa gelmemiş, her zaman asayiş ve güvenin temel taşı olmuş ender ekollerden biridir. Bediüzzaman'ı ve oluşturduğu ekolünü inceleyen, Amerikalı araştırmacı yazar Meryem Cemile Bediüzzaman'dan bahsederken "Türkiye'yi İslam'a kazandıran âlim"44 hükmünü vermiştir. Vatikan'da Papalık, Avrupa'da on ay içinde Müslüman olanlara; Niçin Müslüman olduklarına ilişkin bir kamuoyu araştırması yaptırdı. İslamiyet'i seçmiş 58 bin Avrupalıdan % 32'sinin Risale-i Nurları okuyarak İslamiyet'i seçtikleri gerçeği o kamu oyu araştırmasından ortaya çıktı.45 Bunun sebebi, Risale-i Nurun ikna ve irşattaki gücü ve orijinal fikirler ihtiva etmesi olsa gerek.


6- Aleyhteki gelişmelerde bile çözümü barışta aramak


Bediüzzaman, devrin Cumhuriyet hükümetine karşı kendisini, ayaklanmaya ve ayaklananlara yardım etmeye çağıranlara "Türk milleti asırlardan beri İslamiyet'e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez, siz de çekmeyiniz. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşat ve tenvir edilmelidir.46diyerek kargaşadan değil, barıştan yana olduğunu göstermiştir. Tarih de onu haklı çıkarmıştır. Çünkü kaba kuvvete ve silaha baş vuranların planları akamete uğramıştır. Bediüzzaman ise kitap ve irşada yönelmekle milyonlarca insanın hidayetine ve imanının kurtuluşuna vesile olmuş, hizmeti çığ gibi büyüyerek günümüze kadar gelmiş ve her halde kıyamete kadar sürüp gidecektir.


Said Nursî, huzur ve asayişin, barış ve istikrarın devam ve bekası için siyasete yön vermiş ama cemaatin parti kurmasına, partileşmesine izin vermemiştir. Eğer cemaatin parti kurmasına izin verseydi, işte o zaman hem dini siyasete alet etmiş olurdu, hem de her partiyi ve her partide ki olumlu düşünen insanları dahi dinin aleyhine tedbirler almaya mecbur ederdi. Bu da barış ve istikrar ortamının bozulmasına sebep olurdu. Halbuki O, "Bizim vazifemiz müspet harekettir." diyor ve herkesin bu prensibe bağlı kalmasını, emniyete destek ve kuvvet vermesini istiyordu. Bu zamanda Müslüman'ın siyasî anlayışı bu olmalıdır: Önce barış ortamını sağlamak, sonra da o barış ortamında ideal hedeflere doğru yürümek. Diğer bir ifade ile önce Hudeybiye Anlaşması, gönüllerin fethi; sonra Mekke'nin fethi.


Öz


Neden böylesine gaddar ve hilekâr bir dünya ile baş başa kaldık? Neden öğrenciler birbirini vurup öldürüyor. Neden okula giden çocuklar kayboluyor da bir daha evine dönemiyor? Neden gasp, hırsızlık ve kapkaç olayları bitmek, tükenmek bilmiyor? Neden nikâhlar dikiş tutmuyor? Neden ar ve haya duygularıyla bezenemiyoruz? Müstehcenlik, teşhircilik, çıplaklık hayasızlık, edepsizlik başını almış gidiyor, neden? Neden anarşi ve terör can almaya, can yakmaya devam ediyor? Neden bu kaos ortamına çare bulunamıyor?


Bu çalışmada, yukarıdaki sorular ışığında Bediüzzaman'a göre anarşi ve terörün sebepleri incelenmekte ve bunların çareleri gözler önüne serilmektedir.


Anahtar Kelimeler: Anarşi, terör, barış, muhabbet, Bediüzzaman, Risale-i Nur


Abstract


Why do we come across such a cruel and tricky world? Why do the students shout each other? Why do the students disappear and can not then return to their homes? Why do the theft, snatching not finish? Why are the weddings mostly unsuccessful? Why can we not be adorned to the feelings of shyness? Why are the nudeness, exhibitionism, obscenity, impudence and rudeness so oft and dominant? Why do anarchy and terror continue to kill and hurt people? Why can someone not find a way to this chaotic atmosphere?


This article tries to analyze the reasons of anarchy and terror on the lights of the above-mentioned questions and to indicate their means.


Key Words: Anarchy, terror, peace, affection, Bediüzzaman, Risale-i Nur


Dipnotlar


1. Bkz. Nursî, Said, Sözler (10. Söz), s. 110.


2. Şûrâ, 42/ 52.


3. Hicr, 15/ 29; Sad, 38/ 72.


4. Bkz. Nursî, Said, Mektubat (20. Mektup), s. 211.


5. el-Hindi, Alauddin Aliyyu'l-Müttekî b. Hüsamü'd-Din, Kenzü'l- Ummal, X1, s. 584.


6. bkz. Nisa, 4/128.


7. bkz. Haşr, 59/23.


8. Bakara, 2/208.


9. Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 150, Envar Neş., İst. 1999.


10. Nursî, Münazarat, s. 15.


11. Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 144.


12. Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 83.


13. Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 144.


14. Orijinali için bkz. Nursî, Lem'alar, (7. Nota) s.112.


15. Yeğin, Abdullah, Yeni Lügat, s. 744.


16. Hucurat, 49/13.


17. Buhari, Ahkâm, 4; Ebu Davud, Sünnet, 5; Tirmizî Cihad, 28; Nesaî, Beya, 26; İbn Mace, Cihad, 39.


18. Fetih, 48/26.


19. Nursî, Mektubat, s. 297-303 (26. Mektup, 3. Mebhas)


20. Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 111.


21. Aynı yer.


22. Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 271.


23. A.g.e, s. 301.


24. A.g.e, s. 416.


25. A.g.e, s. 358.


26. Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 111.


27. Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 297.


28. bkz. Nursi, Mektubat, (Hakikat Çekirdekleri) s. 452.


29. Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, s.70-72.


30. Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 383.


31. Nursî, Emirdağ Lahikası, I, s. 30.


32. Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 457.


33. Nursî, a.g.e, s. 20.


34. Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 186.


35. A.g.e., s. 20.


36. Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 94.


37. bkz. Nursî, Mektubat, (Hakikat Çekirdekleri) s. 452.


38. Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 297.


39. Nursî, Tarihçe-i Hayat, Sözler Yayınevi, İst. 1991, s. 54.


40. Nursi, Mektubat, İst.1994, s. 457. Eğer insan doğru söyleyemeyecekse veya söyleyeceği doğru için yer ve zaman uygun değilse, susması konuşmasından hayırlıdır. Çünkü Allah Resulü Efendimiz "Ya hayrı söyle, ya da sus!" buyurmuşlardır. (Buhari, Edep, 31,85; Rikak, 23; Müslim, İman, 74)


41. Nursî, Lem'alar, Sözler Yayınevi, İst. 2000, s. 155.


42. hazmedilmemiş kusmuk


43. Nursî, Mektubat, s. 443.


44. Mürsel, Safa, Millî ve Manevî Problemlerimizin Hal Çareleri, s. 9.


45. Mürsel, Safa, a.g.e. s. 9.


46. Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 120.

BEDİÜZZAMAN’A GÖRE İSLAM DEVLETİ VE ANAYASASININ YERİ-ZAMANI - MODERN ZAMANLARDA DEVLETİN DİNLE İLİŞKİSİ.





Bediüzzaman İslam dünyasının karşılaştığı en köklü ve yıkıcı krize (fen ilimlerinden kaynaklanan dinsizlik veya dinde laubalilik) karşı ilim ve mantık yoluyla cevaplar vererek milyonların imanının kurtulmasına vesile olmuştur.


Bediüzzaman, O dönemin emperyalizim siyonist, masonik komiteleri ile mücade etti ve bunlarla mücadele edecek ,


Gücünü islamdan alacak Nur Cemiyetini Risaliye Nur Külliyatı eseri ile kurmuş oldu.






Eğer her çağda İslâm’ın yeniden canlandırılması için mücadele eden büyük müceddidlerin gelmesi İslâm tarihinin bir geleneği ise, o halde Bediüzzaman Said Nursî kesinlikle Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün fena şöhretli rejiminin kötülükleriyle mücadele etmek üzere Allah tarafından gönderilen böyle bir müceddid idi.






Doğu insanının özellik ve ihtiyaçlarını yakından bilen bir kanaat önderidir. Hayatı boyunca meselenin çözümü ve bölgenin makûs talihini yenmesi için devrin idarecilerine birçok proje, rapor ve mektup sunmuş, hayatî ikaz ve tavsiyelerde bulunmuştur. Irkçılığa, bölücülüğe ve ayrılıkçı cereyanlara karşı müspet hareket edip yatıştırıcı bir rol oynamıştır. Başlattığı iman ve irşat hizmetleriyle Müslüman Kürtlerin devletten kopmalarını engelleyen, bölünmez bütünlüğümüzü ve Türk-Kürt kardeşliğini sağlayan “hakem/kaynaştırıcı” kişilerin başında o gelmiştir. Dolayısıyla gerek Türkiye Cumhuriyeti’nin gerekse üzerinde yaşayanların, Said Nursî’ye şükran borcunun olduğu muhakkaktır.


Şurası bir gerçek ki, Türkler ve Kürtlerin muteber referans kabul ettiği Bediüzzaman’ın, kaynağını dinden ve sosyal realitelerden alan teşhis ve reçeteleri anlaşılmadıkça ve sunduğu toplumsal barış ve kardeşlik projesi hakkıyla keşfedilmedikçe, Doğu’nun müzmin sıkıntılarını çözmesi, Türkiye’nin barış ve istikrara, müreffeh geleceğe kavuşması zordur. Bediüzzaman’ın 20. asrın başından beridir İslam kardeşliği, müspet milliyetçilik, ırkçılık, anarşi ve maarif noktasında dile getirdiği görüş, ikaz, teklif ve fiilî çabaları ciddiyetle anlaşılsaydı ve gereği yerine getirilseydi bugün Türkiye’nin ne Kürt meselesi ne de terör meselesi olmayacaktı. Bu meyanda Bediüzzaman’ın görüşleri, meselenin çözümünde kıymet ve geçerliliğini hâlâ koruyan alternatif bir modeldir.






Bediüzzaman’ın takipçileri hâlâ hızlı bir şekilde güçlenmeye devam ediyor. Tüm engellere rağmen, disiplinli takipçileri barışçı yollarla İslâmî tecdidi gerçekleştirmek için edebiyat, eğitim ve diğer çalışma alanlarında ellerinden geleni yapıyorlar.










1. Bediüzzaman’a göre, Halık-ı Hakimî olan yaratıcı, hikmetini yarattıklarında da tezahür ettirdiğinden, “hikmet” ve “hikmetin müessesesi” olan “hükümet”, kainatta, insan yok iken de vardı. İnsanların hükümetine, insanî düzenin kendisi ve kurucusu anlamında “devlet” denilmiştir. İrade ve teklif sebebiyle bir insanın bütün faaliyetlerinin fıtrata ve İslam’a uygun olması mümkün olmadığı gibi, bu, bir devlet için de mümkün değildir.






2. Devlet ve iktidar, salt kuvvete dayanırsa maddi varlığa hükmeder; vahye istinad ederse vicdana ve kalbe de tesir eder. Makbul devlet vahye istinat edendir.






Hazret-i Muhammed’in kurduğu devlet vahye istinat etti ve adaletle hükmederek genişlemeye muvaffak oldu. Genişleme için kılıcı; yani fethi de bir yöntem olarak kullandı. Ancak bu fetihlerin amacı insanları zorla Müslüman yapmak değil, İslam’ı yaşamak ve yaymak isteyenlere zemin hazırlamaktı.






Hazret-i Muhammed’in Asr-ı Saadetteki devleti, en büyük mu'cize olan Kur’an’ın toplum hayatına yansıması niteliğinde idi. Bu devlet sonraki tüm asırlar ve toplumlar için bir ideal-model devlet niteliğindedir.






3. Hilafet devletleri -ve Osmanlı devleti- de mükemmel toplum ve devlet idealine ulaşmayı hedefleyen bir devlet idi ve bu anlamda İslam devleti idi. Osmanlı Devleti meşrutiyetin ilanı ile birlikte anayasalı sisteme geçti ve vatandaşların ve bilhassa azınlıkların haklarını devlete karşı teminat altına aldı. Bu değişim bazı çevrelerde tereddütle karşılandı.






İslam devletinin bir anayasasının bulunması İslam’a aykırı değildir. Yanlış olan, Batı’dan “hüküm” alırken dinî hükümleri bir kenara bırakmaktır. Anayasanın ruhu İslamiyet’in esaslarına dayanıyorsa, bu yasanın şeklinin ve ifadelerinin Batı tarzı bir kanun biçiminde olmasının mahzuru yoktur.






4. 1876 Anayasasına göre devletin dini İslam’dı. Ancak bu hükmün sebebi sadece devleti yönetenlerin tercihinin İslam’dan yana olması değildi. Aynı zamanda halkın çoğunluğunun Müslüman olması da devleti bir anlamda “İslam devleti” haline getiriyordu.






Müslüman olmayanlara; kamu hizmetine girmekte, devlet hizmetinden yararlanmakta ve genel olarak hukuk önünde eşitlik tanınması İslam’a aykırı değildir.






5. Kurtuluş savaşından sonra bir intikal ve dönüşüm yoluyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti de önceleri Anayasasına devletin dininin İslam olduğunu yazmış ve böylece devleti bir İslam devleti olarak tarif etmiştir. Ancak daha sonra devletin dini Anayasadan çıkarılmış ve ardından devlet laik devlete dönüştürülmüştür.






Tek parti döneminde devrimci ve bid’acı (müptedi) CHP hükümetleri, laikliği din karşıtlığı biçiminde algılamışlar, maddi gelişmeye ve Batılılaşmaya mani gördükleri dini toplumsal hayattan dışlamaya çalışmışlar, özellikle şeair denilen toplumsal dini motifleri kaldırmaya ya da değiştirmeye yönelmişlerdir.






6. Bu dönemde Bediüzzaman devlet “adına” sergilenen dindışı hatta din karşıtı icraatlara rağmen “devlet düşmanı” olmamış, devleti ve hükümeti birbirinden ayırmıştır. Toplumun, şeairi muhafaza eden ve bid’alara direnme istidadına sahip olan bir “İslam toplumu” olmasından dolayı devlete yine “devlet-i İslamiye” demiştir.






Bediüzzaman bu dönemde hükümetlerin, şeaire, dindarlara ve kendisine yaptığı zulme direnmiş, bunu geçici bir durum olarak görmüş ve hataları CHP’ye maletmek gerektiğini ifade etmiştir. CHP’nin de ancak çok küçük bir kısmının bilerek din düşmanlığı yapan zındıka komitesi üyelerinden oluştuğunu teşhis etmiştir.






Bediüzzaman devletin dine karşı tutumunun olumlu yönde değişmesi için demokrasinin doğru bir araç olduğunu tesbit etmiş, müspet hareket kavramını öne çıkarmış, ihtilalci yöntemlerden uzak durmuştur. Asıl problemin toplumun içinde bulunduğu iman zaafı olduğunu teşhis etmiş, imanı takviye etmenin asıl önemli hizmet olduğunu ifade etmiş ve bu yolda çalışmıştır.






7. Bediüzzaman, laiklik nedeniyle, iman hizmeti ve dinî nasihat için devleti bir araç olarak kullanmanın zamanının geçtiğini tesbit etmiş, bu hizmeti, devletten ve hiyerarşiden bağımsız kalarak tebliğ, irşat ve nasihat edecek olan ve sivil ilişkilere dayanan cemaatlerin göreceğini bildirmiştir.






Devletten de; dinsizlere ilişmediği gibi dindarlara da ilişmemesini ve fakat halkın din ihtiyacı ve dinî hassasiyeti nedeniyle dindarların önünü açacak ve onları destekleyecek icraatlar yapmasını istemiştir.






8. Bediüzzaman çok partili siyasi hayata geçildiğinde de iktidardaki Demokrat Parti’yi din lehinde icraat yapmaya teşvik etmiş ve desteklemiştir. Din lehine bazı icraatları özellikle ısrarla teklif ve takip etmiştir. Ancak bu tür icraatların bir gereği ya da parçası olarak anayasanın da yeniden yazılmasını veya devletin İslam devleti olduğunun anayasaya dahil edilmesini istemiş değildir.






Bediüzzaman, iman takviye edilip ahlakî zaaf bitirilmedikçe, yani halkın yüzde altmış yetmişi tam dindar hale gelmedikçe hukuk düzenine ve kanunlara ilişkin tartışmaların zamanının gelmemiş olacağını beyan etmiştir. Diğer deyişle Hazret-i Peygamber’in önce bireyi ihya ve sonra toplumu biçimlendirme ve ondan sonra da devleti inşa biçiminde basamaklandırdığı tedricilik kaidesine ve sünnetine de uymuştur. Bu kapsamda, bir alt yapı kurumu olarak gördüğü vicdanı imanla ve ahlakı da sünnet-i seniyye ile takviye etmeye yönelmiş; topluma ilişkin bir üstyapı kurumu olan devlet ve hukuku ıslah etmeyi sonraya bırakarak buna göre bir hizmet tarzı geliştirmiştir. Bu sebeple İslam devleti ya da dâr-ul İslam gibi kavramlara öncelik vermemiştir.






Bu makalede, bu tesbitler, Risale-i Nur Külliyatı’ndaki delillerinin de yardımıyla ayrıntılı olarak açıklanmıştır.






2. Giriş






Bediüzzaman’ın “hükümet-devlet” ve “toplumun dini-devletin dini” kavramlarının somut uygulamalarına yönelik değerlendirmesi, üç hayat devresi itibariyle farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Bu üç hayat devresi aynı zamanda devletin üç farklı biçimine de karşılık gelmektedir.






Eski Said olarak da bilinen birinci devresinde Bediüzzaman, meşrutiyet dönemi, öncesi ve sonrasına ilişkin değerlendirmeler ortaya koymuştur. Zayıf ve eksik de olsa İslam dinini temel referans olarak alan bir devlet olarak Osmanlı Devleti’nin, meşrutiyetin ve hürriyetin nimetlerinden halkı ve İslam dünyasını yararlandırması ve ila-yı kelimetullah ve terakki için gayret göstermesi gerektiğini ifade etmiştir.






Bediüzzaman’ın Yeni Said olarak adlandırdığı ikinci hayat devresinde (1926-1950) devlet de değişmiş, dinî referansları anayasasından çıkararak laiklik ilkesini benimsemiş, ancak katı bir laiklik anlayışı içinde sekülerizm ideolojisini uygulamaya yönelmiştir. Devletin dine ve dindarlara baskı uyguladığı bu dönemde devletin dinî hizmetler karşısındaki olumsuz tavrına karşılık Bediüzzaman devlet rejimiyle ilgilenmemiş, şefkatli ikazla yetinen özgün bir muhalefet tarzını benimsemiş, siyaset dışı kalarak ve müspet hareket prensiplerine sadık kalarak devletten temel hak ve hürriyetleri talep etmekle yetinmiş, asıl ilgi alanı olan iman hizmeti ile meşgul olmuştur.






Üçüncü Said dönemine karşılık gelen Demokrat Parti iktidarı (1950-1960) döneminde ise Bedüzzaman, bir yandan müspet iman hizmetini sürdürürken, diğer taraftan da devletin dinî alandaki görevlerine ilişkin açıklamalar ve yönlendirmeler yapmıştır. Bu kapsamda, devletin, temel hak ve hürriyetleri teminat altına alması yanında, sekülerleştirme uygulamalarından vazgeçmesini ve toplumsal dinî motifler denilebilecek olan şeairi muhafazaya yönelmesini de teşvik etmiş, ancak dinî hukukun ihyası ve devletin dininin anayasaya yazılması gibi konularda herhangi bir teklifi olmamıştır (“Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez. Belki asıl mevzuu ve hedefi; dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden bahseder”)1.






Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere Bediüzzaman, hayatının ve devletin her üç döneminde de, anayasanın devletin dini hakkında nasıl bir tutum takındığı hususunu öncelikli bir mesele olarak görmemiş, bireylerin imanlarını kurtarıp korumalarını ve imanı hayata yansıtmalarını hedeflemiş, bunların bir ön şartı ve vasıtası olarak da şeairi muhafazayı ön plana almıştır. Devletin de, şeairi muhafazaya yönelik tedbirler almasını, dinî konuda daha aktif olmasını, dindarlar ve dinsizler arasında tarafsız kalmakla yetinmemesini ve asayişi koruma görevinin bir gereği olarak din lehinde icraatlar yapmasını ve bir de kaderin sevkiyle gelen tarihi-coğrafi konumunun bir gereği olarak ittihad-ı İslam’ı gerçekleştirmesini ısrarla tavsiye etmiştir.






Aşağıda, Bediüzzaman’ın bu yaklaşımlarının Risale-i Nur Külliyatından karşılıklarını, “makalenin ana fikri” başlığında yer alan sıraya uygun olarak ve bazı ilave bilgileri de vererek aktaracak ve yeri geldikçe görüşlerimizi açıklayacağız. (Risale-i Nur Külliyatına yapılan atıflarda metinler ve sayfa numaralarında Yeni Asya Neşriyat tarafından 1994’den sonra yayınlanmış olan baskılar nazara alınmıştır. Bu metinlere elektronik ortamda http://www.risaleinurenstitusu.org adresinden de ulaşılabilir. Bu sebeple aşağıda atıflarda sadece kitap adı ve sayfa numaraları verilecektir.)






3. Bazı Temel Kavramlar Hakkında Ön Bilgi






Bediüzzaman Risale-i Nur’da, devlet kavramını kullanmayı, muhtemelen soyut ve kapsayıcı bir kavram durumunda olduğundan, gerekmedikçe tercih etmemektedir. “Hükümet” kavramını, yerine göre, bazen “devlet” anlamında bazen de “kabine” veya “iktidar” anlamında kullanmaktadır. Mesela “Isparta Hükümeti” derken, günlük dildeki “Hükümet konağı” kavramlaştırmasında olduğu gibi, Isparta’da tecelli eden devlet gücünü kastetmektedir. “Demokratların hükümeti” derken, Başbakan Menderes’in kurduğu kabineyi ve Demokrat Parti iktidarını kastetmektedir.






Bediüzzaman, kanun-u esasi kavramını, ikinci meşrutiyet döneminde yazdığı eserlerde, genellikle, bu gün bilinen anlamıyla teknik bir kavram olan “anayasa” anlamında kullanmaktadır. Tek parti döneminde ve özellikle Demokrat Parti iktidarında ise bu kavramı çoğunlukla “hukukun bir temel prensibi” anlamında kullanmaktadır. Mesela “Kur’an’ın bir kanun-u esasisi”; “Kur’an’daki temel hukuk prensiplerinden biri” demektir.






Bediüzzaman “İslâmî devlet” anlamına gelecek biçimde “devlet-i İslamî” kavramını kullanmamaktadır. Buna karşılık “devlet-i İslamiyye” kavramını sıklıkla kullanmaktadır. Bu kavrama bazen “Kur’an’ın tarif ettiği devlet” ya da “İslam’ı yayan devlet” anlamını yüklemektedir. Mesela “hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiye” cümlesinde bu anlamdadır. Yine bu kavrama, bazen, belli bir coğrafyada çoğunluk halde bulunan “Müslüman halkın devleti” anlamını yüklemektedir. Mesela “Endülüs devlet-i İslamiyesi” bu anlamdadır. Türkiye Cumhuriyeti için devlet-i İslamiye demesinin anlamı da budur.






Bediüzzaman ittihad-ı İslam kavramını da, bazen İslam devletlerinin ittihadı veya ittifakı anlamında, bazen de Müslümanların kardeşliği (uhuvvet-i İslamiye) anlamında kullanmaktadır.






4. Bediüzzaman’ın Devlet ve Hükümet Teorisi






a) İki hükümet: Hilkat hükümeti ve ben-î adem hükümeti






Bediüzzaman, “Allah’ın Hakîm isminin tecellisi” ya da “vahye istinat eden bilgi” anlamındaki “hikmet” ile devlet kuvveti anlamındaki “hükümet” arasında bir ilişki kurmaktadır: “… belki hikmetle iş görmek mânâsiyle hükûmet namı verilen …”2






Nitekim birinci dünya savaşı yıllarında yazmaya başladığı ilk Kur’an tefsirinin ilk sayfalarında hükümet kavramı ile ilgili ilginç bir benzetme yaparak dersine başlamaktadır: Buna göre devlet iktidarı da bir “hükümet”tir. Ancak kainatta tek hükümet devlet hükümeti değildir. İnsanların dünyadaki varlığından sonra ortaya çıkmış olan “devlet” ve “dünyevi iktidar” manasındaki hükümetten başka, bir de “yaradılışın hükmü ve anlamı-hikmeti” anlamında bir hükümet daha vardır: “Hilkat hükümeti”. (Özgün deyim ve yaklaşım, anlayabildiğimiz kadarıyla, münhasıran Bediüzzaman’a aittir).






“Evet benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mâzinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti: ‘Şu garib ve acip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?’ diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükûmeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı. Ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:3 …”






Bu metnin devamında kainat bir tarafta ve insanlık diğer tarafta olarak yaradılışın amacına dair soru cevap faslı açılmaktadır. Kainatta cereyan eden düzen ve kurallar (Allah’ın irade sıfatından gelen şeriat-ı fıtriye) bir hükümet olarak tarif edilmekte ve insanların iradelerinin de rol oynadığı sosyal düzen anlamındaki hükümetin (Allah’ın kelam sıfatından gelen şeriat) karşısına çıkarılmaktadır. Bu hükümet, Bediüzzaman’ın İşaratü’l İcaz’dan talebelerine verdiği derslerden kaleme alınmış olan diğer bir metinde, günümüzde bilinen hükümete oldukça benzeyen (zabıta gibi) kavramlarla tarif edilmektedir. Bu da göstermektedir ki tabiat için “hükümet” deyimi bilinçli ve özel bir tercihtir.






“Benî Âdem bir tek taife iken yüz binler taifelere karışmasında kâinat zemin gibi onlara netice-i hilkat-i âlem noktasında bakıyor. Güya hilkat-i kâinat hükûmeti; o hükûmetin zabıta memuru hükmünde fenn-i hikmeti, bir müstantık ve sorgucu olarak o misafir kafileye gönderip ondan sual edip …”4






Devlet ve kanun kavramına Bediüzzaman’ın yüklediği felsefî anlama göre, insanların iktidarı ve hükümeti anlamındaki devlet, insanların varlığından bu yana -ilkel biçimde de olsa- vardır. Devlet de diğer tabii varlıklar gibi fıtridir. Devletsizlik ve hükümetsizlik aynı zamanda intizamsızlık ve düzensizlik demektir. (… intizâmsız, hükümetsiz olan sol yolun yolcusu…5) Bu ise hikmete aykırıdır.






Ancak yine devlet de, devlet ile elde edilecek neticeler -mesela adalet- yönünden aynen diğer tabii sebepler gibi -mesela elma için ağacın sadece sebep olması gibi- sadece bir sebeptir. Neticeyi yaratan kuvvet de, aynen sebepleri yaratan gibi, ancak kudret-i ilahidir. Diğer deyişle devletle elde edilen hayırlı neticeler ve bilhassa kamu düzeni ve sulh, devlet ya da yöneticilerinin hesabına geçmez, onlar tarafından temellük edilemez. Neticeyi doğuran fiil kainatın Hâlıkına aittir. Aksi düşünce bir tür şirktir.






Bu derinlikli felsefî bakış açısı, devleti de doğru yerine oturtmaktadır:






“…Nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudûr eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hülâsasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudûr eden ef’al arasında bir nizam ve bir intizamı îka’ eden İlahî bir şeriat-ı fıtriyedir. Binaenaleyh şeriat ile devlet nizamı, makul ve itibarî emirlerden oldukları gibi; tabiat dahi itibarî bir emir olup, hilkatte yani yaratılışta câri olan âdetullahtan ibarettir.”6






Bilinen anlamıyla devlet ve hükümet de insan ve insanlık gibi gelişen bir varlıktır. Devletlerin değişmesi ve dönüşmesi de ancak zamana ve diğer şartlara bağlıdır:






“Yine âlemce malûmdur ki, devlet bir şahs-ı manevîdir. -Çocuk gibi- teşekkülü, büyümesi tedricîdir. Ve keza yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır.”7






b) Devlet kudretinin dayanağı (kalem ve kılıç)






Devlet ve iktidar, ya güce ya da ilm-i ezeliye yani vahye istinat ettirilerek kurulabilir.






Salt güce istinat eden devlet de istisnaen kısa bir zamanda kurulup tekamül ettirilebilir, ancak vicdana hitap edemez.






Asıl devlet, akıl, kalp ve vicdana da hükmeden devlettir ve böyle bir devlet ancak vahye istinat ile kurulabilir.






“Evet, kahr ve cebr ile zâhirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat; bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zâhiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, -en büyük harika olmakla- ancak nübüvvetin hassalarından olabilir.






“… Evet tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes harikûlâde bir mu’cizedir.”8






Nitekim bazı peygamberlerin kurup yönettiği devletler ve bilhassa Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Asr-ı Saadet devleti, vahye istinat ettiğinden ve vahyin doğrudan muhatabı olan peygamber eliyle tesis edildiğinden, bir mucize biçiminde, ani ve def’i olarak muvaffakiyet elde etmiştir:






“Acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddî mânevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, hârikulâdeliği değil midir?”9






“Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki muvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. ...O zât, … öyle bir devlet teşkil etti ki, sâhirlerin sihirlerini yutan Asâ-yı Mûsa gibi, başka zâlim devletleri yuttu ve nev’-i beşeri istilâ eden zulüm, fesad, ihtilâl, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi’ ettirdi. Acaba o Zât’ın şu macerası, O’nun mesleği hak ve hakikat olduğuna delâlet etmez mi?”10






c) Devlet ve mükemmellik






Devlet ve hükümet bir varlık olarak, “iyi”, gerekli ve faydalıdır. Ancak uygulamaları itibariyle yanlışları olabilir. Görevlileri itibariyle içlerinde kötüler de bulunabilir. Önemli olan oluşma biçimi ve sağduyunun tecelli edip etmediğidir. Bediüzzaman Osmanlı devletinde (Meşrutiyet döneminde) hükümete bu prensiple bakmıştır. (Bu yaklaşımın Cumhuriyet döneminde de sürdüğü anlaşılmaktadır).






“… Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükümet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükümetin hasenâtı, seyyiâtına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükümetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile, o sureti bozmaya çalışacak.”11






Devlet görevlilerinin bazılarının ya da bir kısmının bozuk olmasının çözümü de yine tedricilik kanununa uygun biçimde ve toplumun ıslahının tabii bir sonucu olarak onların da ıslahıdır. İhtilalci bir yöntemle tüm devlet görevlilerinin bir elden değiştirilmesi zaten mümkün de değildir. Bu açıdan “neye layıksanız öyle yönetilirsiniz” kuralı da geçerlidir.






“Bir cisim birden zerrattan tahallül ve yeni zerrattan teşekkül eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref ve yenilerini ikame eylemesi, muhal olmasa da, müteazzirdir. Binaenaleyh, istidad-ı habis ve kabil-i ıslah olmayan adamları zaten cism-i devlet def-i tabiî ile ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar, zaten güneş garptan tulû etmediğinden, tevbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade etmeli.”12






d) Devlet ve din






Risalelerde Hazret-i Peygamberin kurduğu düzen ve devlet, başından itibaren “İslam devleti” (Müslümanların devleti) olarak anılmaktadır.






Ancak devletin dönüşmeye başladığı ve zaafiyetlerin görüldüğü dönemde de devlet için aynı ifade kullanılmaktadır. Hatta yöneticilerin bütün bütün çığırdan çıkmaya meylettiği durumlarda dahi devlet-i İslamiye kavramı kullanılmaktadır:






“Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.13 … İster istemez Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvibleriyle etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i îmaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. … Eğer karşılarında Âl-i Beyt’in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak kaviyyen muhtemeldi.”14






Bediüzzaman İslam coğrafyasında sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesi yapan milletlerin kurduğu veya kuracağı devletleri de İslam devleti olarak adlandırmıştır:






“… Şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dört yüz milyon Müslüman’ı birbirine kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâm’ın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur’an-ı Hakîm’in kudsî kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik …”15






İslam devleti bu gün bilinen sınırlarıyla İslam dünyasına özgü bir kavram değildir. Gelecekte yeni İslam toplumları ve dolayısıyla yeni İslam devletleri ortaya çıkacaktır. Bu da İslam devleti ile İslam toplumunun bağlantılı iki kavram olduğunu göstermektedir.






“Avrupa ve Amerika, İslâmiyet’le hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.”16






Adına İslam devleti de denilse, devlet, farklı dinden olan insanlara da hizmet vereceğinden, hakimiyet alanı ve kapsamı itibariyle, dinî ve uhrevi değil dünyevi bir kavramdır. Nitekim Bediüzzaman Uhuvvet Risalesinde birlik unsurlarından biri olan devleti dinî unsurlar arasında değil coğrafi unsurlar arasında saymaktadır:






“Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. Bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. Bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. Ona kadar bir bir.”17






Devlet, üzerinde hükmettiği ülkeden ve bu ülkede yerleşik insanlardan bağımsız bir varlık değildir. İnsanların çoğunluğunun dini, toplumun dinidir. Toplumun dini dolaylı olarak devletin de dinidir. (Bu sebepledir ki kendileri gizli dinsiz olup başkalarının da dinsiz olması için çalışanlar, gücü ellerine geçirdiklerinde, devleti dinsizleştirmekle yetinmeyip, devlet gücünü kullanarak toplumu da dinsizleştirmeye çalışmaktadırlar).






Toplumun dini -aynı zamanda- dolayısıyla devletin de dinidir. Temel hak ve hürriyetleri ve din hürriyetini kabul eden her devlet, bu dini resmen tanıyıp kabul etmese de bilhassa demokratik etkileşim vasıtasıyla tabii seyri içinde nazara alacak ve dolaylı biçimde de olsa dinin etkisi altında kalacaktır. Yine bu sebeple toplumun çoğunluğunun mensup olduğu dine mensup olanlar genellikle dinlerini serbestçe icra edebilirler. Zira devletler bu hakkı kolaylıkla teminat altına alır. Bir devlet aynı zamanda dinî azınlığın da haklarını koruyorsa din hürriyeti tamam demektir.






5. İslam Ülkesi – Harb Ülkesi






İslam dini açısından, bir ülkede dini motifler yeterince baskınsa ve özgürce kullanılabiliyorsa o ülke İslam ülkesidir. Bu tür ülkelere daru’l İslam da denir. Alternatifi olan daru’l harb ise, toplumun ve devletin, Müslümanların dinlerini serbestçe yaşamalarına izin vermediği ve dolayısıyla Müslümanların haklarını elde etmek için harb halinde bulundukları/bulunacakları ülkedir. Müslümanların azınlıkta olduğu her ülke bu şekilde değildir. (Günümüzde birçok İslam ülkesinde birçok konuda dindarlara baskı vardır. Buna karşılık birçok gayr-i Müslim ülkesinde Müslümanlar daha rahat ve daha özgürdür).






“Daru’l harp ve daru’l İslam kavramları, siyasal İslamcıların aksine, Bedüzzaman’ın sık kullandığı kavramlar değildir. Risalelerde bu kavramlar tek bir yerde ve dolaylı bir sebeple (Arapça dışındaki dillerle ezan okuma fetvasının sınırları belirlenirken) kullanılmıştır: …Ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.”18






Ayrıca Bediüzzaman daru’l harbi devletle değil toplumla ilişkilendirmekte ve başka dinlerin egemenlik alanı durumundaki yerler olduğunu ifade etmektedir: “Hem Frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından…”19






Aynı şekilde devletin durumundan ve din karşısındaki konumundan bağımsız olarak, şeairin tatbik edildiği yerlerin de daru’l İslam olduğunu belirtmektedir: “Diyar-ı İslâmda ise, muhit, o kelimât-ı mukaddesenin meâl-i icmâlîsini ehl-i İslâma lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverât-ı ehl-i İslâm, o kelimât-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar.”20






Bu durumda daru’l harb ile daru’l İslam arasında, sulhün hakim olduğu ve adına dar-ı sulh denilebilecek olan üçüncü bir ülke grubu daha vardır denilebilir. Her dar-ı sulh potansiyel olarak daru’l İslam’dır. Zira sulh, selam ve İslam’dır. İslamın yaşanması da İla-yı kelimetullah yani tebliğ ve irşad vazifesi de ancak sulh içinde iken yapılabilir.






Nitekim Bediüzzaman’a göre sulh-u umumi hem İslam devletinin hem de bütün insanlığın huzuru için esaslı bir hedeftir: “İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.”21






6. Devlet ve Cihad






İslam’ın ilk devirlerinde sadece İslam dini değil diğer dinler de devletlere istinat etmekte idi. Aynı şekilde devletler de genellikle dinlere istinat etmekte idi. Bu nedenle, o dönemde dini yaymak, aynı zamanda devleti zaptetmek ve ülkesini fethetmek anlamına geliyordu. Bu sebeple İslam devleti maddi cihadı da yerine getiren bir devlet biçimi olarak anlaşılıyordu. İslam dini de bir yandan dinleri diğer taraftan da o dinlerin devletlerini karşısına almış bir hareket idi.






“Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği din, umum dinlere galib ve umum devletlere muzaffer olacağını ihbar ediyor.22 ... Yani, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi kılıçsız değil, belki sahibü’s-seyf bir Peygamber gelecek, cihada memur olacak ve onun Sahabeleri dahi kılıçlı ve cihada memur olacaklardır."23






“Osmanlı devleti de dini yaymak adına maddi cihadı bir vazife olarak kabul etmişti. Bediüzzaman da Osmanlı devletini özellikle bu sebeple bir İslam devleti olarak anmıştır: Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile, kendini yek-vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiye…"24






Elbette maddi cihadın amacı ganimet ya da toprak elde etmek değildi. Aynı şekilde amaç başka dinlere mensup olanları zorla Müslüman yapmak da değildi. Amaç, fethedilen ülkelerde İslam’ı yaşamak ve yaymak isteyenlere uygun bir toplumsal düzen kurmaktı.






Bu durum Osmanlı anayasasının yazılmasında da etkisini göstermiş ve 1876 Anayasasının 11. maddesine “Devleti Osmaniyenin dini İslâm’dır” hükmü konmuştur.






Bununla birlikte Anayasa aynı hükmün devamında dinî azınlıkların (o günkü adıyla cemaatlerin) din hürriyetini de teminat altına almıştır: “Bu esası vikaye ile beraber asayiş-i halkı ve âdâb-ı umumiyeyi ihlâl etmemek şartile memalik-i Osmaniyede maruf olan bilcümle edyanın serbesti-i icrası ve cemaat-ı muhtelifeye verilmiş olan imtiyazat-ı mezhebiyenin kemakân cereyanı Devletin taht-ı himayetindedir.”25






7. Devlet ve Anayasa






İslam devletinin de adalet ve hukuk devleti olması için kanun yapmaya ihtiyacı vardır. Kanun yazıcılar bunu yaparken örnekleme ve kıyas da yapabilirler. Ancak kaynak doğru ve niyet iyi olmalıdır. Avrupa’dan “kanun” iktibas etmekle “hukuk” ve “hüküm” almak arasında fark vardır. Şeriatın hüküm koymadığı hususlar hakkında kanun yaparken Avrupa kanunlarını iktibas etmek ya da kanun yapma tekniği itibariyle taklit etmek, gerekli ise mahzurlu değildir. Buna karşılık, şeriatın hükümleri dururken, Avrupa’nın felsefeye, nefse ve akla istinat eden kanunlarını almak fıtrata ve İslam’a zıttır: “On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.”26






Anayasa da bir kanun olarak bu kapsamdadır.27 Bediüzzaman ikinci meşrutiyetin ilanı ve anayasanın yeniden uygulanmaya başlaması üzerine yazdığı makalelerinde ve diğer eserlerinde bu yeni düzenin din dışı olmadığını beyan etmiş, anayasalı sisteme din adına sahip çıkmıştır: “Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”28






8. Devlet ve Resmi Din






a) Genel olarak resmi din ve anlamı






Öncelikle belirtelim ki Bediüzzaman “devlet dini” ya da “resmi din” kavramını henüz anayasaların yazılmadığı eski tarihlerdeki devletler için de kullanmaktadır. (Zira bir devletin anayasasının olup olmadığı ve anayasasında ne yazdığından çok fiilen nasıl davrandığı önem taşır.) O zamanda yüzer milyon tebaası bulunan Nasârâ ve Yahudi ve Mecusî dinleri ve Roma, Çin ve İran hükümeti gibi yüzer milyon tebaası bulunan cihangir devletlerin edyân-ı resmîleri iken…29






Modern anayasaların yazılmaya başlandığı tarihlerden bu yana, çeşitli sebeplerle birçok ülkede anayasalara devletin dini hakkında hükümler konulmuştur.30 Bazı anayasalarda (Yunanistan, İzlanda vd.) resmi din ya da en azından “tanınmış din” (established religion) vardır. Anayasa, bu dine mensup olanlara, bilhassa kamu hizmeti hususunda bazı avantajlar sağlamakta, devlete de dinî bazı görevler yüklemektedir. Buna karşılık bazı anayasalarda (Fransa, Almanya, İtalya, Belçika) belli bir din öne çıkarılmamış, din ile devletin ayrılığı öngörülmüştür. İkinci grup içinde doğrudan doğruya devletin “laik” olduğunu belirten tek devlet Fransa’dır.






Almanya’da din-devlet ayrılığı esas olmakla beraber, bu model hem dine sempatiktir hem de çoğulcudur. Federal Almanya Anayasasına göre Almanya’da devlet kilisesi yoktur ve dinî kurumların herhangi bir kısıtlamaya tabi olmaksızın örgütlenmeleri serbesttir. Her dinî cemaat kendi işlerini harici bir müdahale olmaksızın özerk bir şekilde düzenleme hakkına eşit olarak sahiptir. Şimdiye kadar var olanlar yanında, başvurmaları halinde başka dinî cemaatler de kurulabilir. Bir felsefi doktrini yaymak amacıyla oluşturulan dernekler de dinî cemaatlerle aynı statüye sahiptirler. Bu cemaatler ve bunların oluşturabilecekleri birlikler bir tür kamu kurumu olarak muamele görürler. Bu kurumlar kendi üyelerine vergi koymaya yetkilidirler. Devlet, kuralları yasayla belirtilen şekilde dinî cemaatlere yardım eder. Ayrıca, dinî cemaat veya derneklerin mal-mülk sahibi olmaları ve ibadet, eğitim veya hayır amacına tahsisli kurumlarına, vakıflarına veya diğer varlıklarına ilişkin hakları devletin güvencesi altındadır.31






b) Osmanlı Devleti ve resmi din






Osmanlı Devleti 1876 Anayasasının 11. maddesi ile İslam’ı devletin dini olarak benimsemişti. Bediüzzaman, Anayasada yer alan bu hükmü, bir yandan devletin şahs-ı manevisini Müslüman gösteren bir hüküm olarak görmüş ve diğer taraftan da demokrasi ve cumhuriyetin gerçek mânâsına ulaşması açısından önemli saymıştır.






“(İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı Meclis-i Mebusanına hitaben yazdığı makalede:) Cumhuriyet ve demokrat mânasındaki (bu iki kelimeyi müellifi sonraki baskılarda eklemiştir) meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adâlet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet; bu ünvan ile beraber ve şahs-ı mânevî-i hükümeti Müslüman gösteren.. ve kanun-u esasînin ruhunu ve on birinci maddeyi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden (yemini bozmaktan) kurtaran…”32






Ancak belirtelim ki bu düzenleme din hürriyetine engel olmamıştır. Zira vatandaşlar arasında din hürriyeti yönünden eşitlik prensibi getirilmiştir. Ayrıca azınlıkların kendi iç işlerinde kendi hukukuna tabi olacakları kabul edilmiştir.






Bu durum bazı çevrelerce bir çelişki ya da devletin İslam’dan vazgeçmeye başladığını gösteren deliller biçiminde algılanmıştır. Bediüzzaman konu ile ilgili sorulara karşı, anayasada bir çelişki bulunmadığını ve eşitlik hükmünün kanun önünde eşitlik mânâsına geldiğini bildirmektedir. Ancak aşağıdaki metnin haşiyesinden de anlaşılacağı üzere devlet üzerinden lâdinî bir istibdat uygulamasının hazırlıklarının başlaması da aynı döneme denk gelmektedir.






“Sual: “Gayr-i müslimlerle nasıl müsavi olacağız?”






“Cevap: Müsavat ise, fazîlet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, “Karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese, tazibinden menetse, nasıl benîademin hukûkunu ihmal eder? Kella! Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) adi bir Yahudî ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. [Haşiye: Eski Said, Nur’un parlak hasiyetinden gelen kuvvetli bir ümit ve tam tesellî ile, siyaseti İslamiyete alet yaparak, hararetle hürriyete çalışırken, diğer bir hiss-i kable’l-vukû ile dehşetli ve ladînî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadîs-i şerîfin manasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak, yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri (Şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım.) deyip, siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.]






“Zîra, meşrûtiyet, hakimiyet-i millettir; hükümet hizmetkardır. Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkarlardır. Gayr-i müslim, reis olamaz, fakat hizmetkar olur.33






Bediüzzaman ikinci meşrutiyet döneminde “din elden gidiyor, devlet dinden uzaklaştı” diyenlere cevap olarak, milletin ve insanlığın fıtrî ihtiyacı olarak dinin ve dolayısıyla dine hizmetin gerekli olduğunu, bu gereklilik mevcut iken, her hükümetin açık ya da örtülü hedef olarak dine hizmet amacını da taşıyacağını bildirmektedir.






S - Demek hükümet bundan sonra da İslâmiyet ve din için hizmet edecek midir?






C - Hayhay! Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla, hükümetin hedef-i maksadıvelev gizli ve uzak olsa bile uhuvvet-i imaniye sırrıyla üç yüz milyonu bir vücut eden ve nurânî olan İslâmiyetin silsilesini takviye ve muhafaza etmektir. Zira, nokta-i istinad ve nokta-i istimdad yalnız odur. … Zira, kemâlin cemâli dindir. Hem, din saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selâmetidir.”34






Ayrıca dinî nasihatin devlet görevlilerince değil Kur’an’ın tebliği ile ve bizzat ilim ehli tarafından yapılması halinde daha verimli ve faydalı olacağını bildirmektedir. Her şeyin ve dinî hizmetin hükümetten beklenmesinin de aslında bir nemelazımcılık ve korkaklık biçimi olduğunu ifade etmektedir.






“… O sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir? Elhasıl: İnkılab-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi, beytü’l-ankebut gibi zayıf düşmüş Cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükümetin kesesinden tahayyül eder, korkar.”35






Devlet ve hükümetin varlık sebebi insana hizmettir, devlet görevlilerinin bazılarının gayr-ı müslim olması bu amacı değiştirmez: “Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir; hükümet, hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali, reis değiller; belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim, reis olamaz, fakat hizmetkâr olur.”36






Aynı şekilde, devletin İslam devleti olması bütün icraatlarının adilane olacağı ve muhalefetin meşru olmadığı anlamına gelmez.






“Suâl: Bâzı adam, ’Şeriata muhâliftir’ diyor?”






Cevap: Rûh-u meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir! Meşrûtiyetten neş’et etmesi lâzım gelmez. Hem de hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükümet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.”37






Nitekim Bediüzzaman meşrutiyet döneminde hükümeti oluşturan partinin bazı icraatlarına muhalefet etmiş, zulmüne karşı çıkmış ve bilhassa dindarlara dini sebeple yapılmaya başlanan zulmün gerçek kaynağını deşifre etmiştir: (Otuz Bir Mart isyanından sonra Sıkıyönetim Mahkemesi’ndeki savunmasında:) “… Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatını setr için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler.”38






Osmanlının son döneminde Batılılaşma akımından en çok ve en önce, batı kaynaklı askeri eğitimin de etkisiyle ordu etkilenmiş, ordunun yapısı değişmeye başlamış ve Bediüzzaman da bu değişim nedeniyle orduya karşı tavrını değiştirmiştir.






“Eski Said’in İttihad Terakki komitesine şiddet-i muhalefetiyle beraber, onların hükümetine ve bilhassa orduya karşı tarafgirâne yüksek takdiratı ve iltizamları ise, bir hiss-i kablelvuku’ ile yağı içinde bulunan o cemâat-ı askeriyede ve o cem’iyet-i milliyede bir milyona yakın evliya mertebesinde olan şühedayı, altı-yedi sene sonra tezahür edeceğini hissetmiş. İhtiyarsız olarak, meşrebine muhalif onlara dört sene tarafgir bulunmuş. Sâbık Harb-i Umumî çalkamasıyla o mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Said’e muhalefet edip mücahedesine döndü.”39






c) Demokrasisiz cumhuriyet ve din devleti






Kurtuluş Savaşını yapan ve kazanan milletin cephedeki önderleri Osmanlının son döneminde önemli bir değişim geçirmiş olan ordu mensupları idi. Bunların önderliğinde Ankara’da kurulan yeni devlet değişimi hızlandırarak sürdürmüştür.






Yeni devlet, gerek din karşısındaki ve gerekse dini azınlıklar karşısındaki tutumu itibariyle, Osmanlı Devleti’nden farklı bir yapıya sahip olmuştur.






Bu yeni devlet inkılapçı bir devlettir. Bediüzzaman cumhuriyetin başlangıcındaki yenileşme ve inkılap hareketlerinin bir ihtiyaçtan kaynaklandığını ve prensipte doğru ve gerekli olduğunu kabul etmektedir: Koca ordunun ve hükûmetin teceddüd ve inkılab ve harb-i umumî inkılabından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyat…”40






Fakat ilkelerinin doğru tesbit edilmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. (Birinci Meclis’teki konuşmasında:) Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek.41






İnkılap özellikle Kur’an’ın temel hükümlerine uygun olmalıydı: “Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve vatan ve âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılab yapmak îcab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyet’e müteveccihen Kur’an’ın kudsî kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur …”42






Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında temel fikriyatta bir problem vardır: Toplumun dini inançlarının zayıflığından da yararlanan bir dinsizlik komitesi iktidara kendi rengini vermeye çalışmış ve önemli ölçüde muvaffak olmuştur. Bediüzzaman bu gidişi durdurmak üzere -davet üzerine- geldiği Ankara’da bulunmayı sürdürmeyi düşünmüş ve denemiş, ancak özellikle dinsizlik fikri ile mücadelenin doğru yönteminin bu yol olmadığını anlayarak ve başka maslahatlarla bundan vazgeçmiştir:






“Bediüzzaman, İlahî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlahî ve mu’cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını def’eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a istinad eden ve âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere mecliste çalışıyordu. Fakat pek kuvvetli maniler karşısına çıktı.”43






“Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah! Dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek.”44






Ankara hükümeti de başlangıçta, özellikle 1926 yılına kadar, dini ve dinî sembolleri ve bu arada şeriatı ve hilafeti korumayı –en azından görünüşte- temel hedef olarak kabul etmiştir.






1926’daki hukuk inkılabı ile birlikte “Batılılaşma” yönündeki değişim arzusu açığa çıkmış ve hızlanmış, İsviçre’nin, Hıristiyan dinine ve kültürüne ait kanunu tercüme edilip laik Türkiye’nin yeni “Medeni” Kanunu adıyla yürürlüğe konulmuştur.






Bediüzzaman bu durumun zamanın şartlarından kaynaklanan geçici bir uygulama olduğunu varsaymaktadır:






“(Bediüzzaman bu kanundaki bazı hükümleri eleştirmiş olması nedeniyle devrim karşıtlığı suçuyla yargılandığı mahkemedeki savunmasında:) … Yalnız bu zaman ilcaatına binaen hükümet-i Cumhuriyenin o medeniyetin bir kısım kanunlarını kabul etmesiyle, Acaba bu hükümet-i Cumhuriye, Avrupa medeniyetinin kusurlu kısmının dâva vekilliğine tenezzül eder mi?” 45






Nitekim bu uygulamalara ve 1928’de devletin dininin İslam olduğuna dair hükmün anayasadan çıkarılmasına rağmen Bediüzzaman devleti “hükümet-i İslamiye” olarak kabul ve tavsif etmektedir: Ben, hükümet-i Cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir kısım Kanun-u Medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükümet-i İslâmiye biliyorum.46 bin üç yüz elli senede geçen ecdadımızın mesleğine iktida eden bir adama, o tefsiri için verilen ceza ve mahkûmiyeti, dünyada adalet varsa elbette o hükmü nakzedecek ve bu acib lekeyi bu hükümet-i İslâmiyedeki adliyeden silecek diye layiha-yı tashihimde yazdım.47 (1931-1932’de telif edilmiş olan 26. Mektupta da şu ifadeler vardır:) Şu devlet-i İslâmiye yirmi-otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’an’dan gelen şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.” Kemal-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş. Daima Avrupa’yı titretmiş. …48






Konumuzla ilgili önemli bir düzenleme olarak 1924 anayasasının 2. maddesi devletin dininin İslam olduğunu kabul etmiştir. Ancak Batılılaşmaya yönelik inkılapların hız kazanması ile birlikte devlet din dışı bir kalıba bürünmeye başlamıştır. 1928’de Anayasanın 2. maddesi ve başka bazı hükümleri değiştirilmiş, devletin dininin İslam olduğuna dair hüküm Anayasadan çıkarılmıştır. Ancak, 1924’te kurulmuş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, dini ve bu yolla toplumu kontrol altına almak üzere muhafaza edilmiş, yine 1924’te kurulmuş olan Vakıflar Genel Müdürlüğü de vakıfları ve cemaatleri kontrol altında tutmak üzere devlet bünyesinde tutulmuştur.






1931’de Cumhuriyet Halk Partisi parti programına “laiklik” ilkesini almıştır. Ardından 1937’de laiklik ilkesi Anayasaya girmiştir. 1950’ye kadar, değişik tonlarda da olsa ana rengi aynı kalmak üzere, laiklik, dinin dönüştürülmesi (biçimsel ve itikadî içeriğinden arındırılması) ve toplumsal hayattan dışlanması olarak uygulanmıştır. Başta Bediüzzaman olmak üzere, bu uygulamalara karşı çıkanlara da şiddetli baskı ve zulüm yapılmıştır.






Dindarlara yapılan baskıların haksız muamelelerin sebebi devleti ve düzeni korumak değildi. Bu isim ve perde altında, aslında dinsizlik hesabına baskı uygulanmakta idi.






“Efendiler! Çok emarelerle kat’î kanaatim gelmiş ki; hükümet hesabına, «hissiyat-ı diniyeyi âlet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek» için bize hücum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim, îmanımız için ve îmana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok hüccetlerden bir hücceti …”49






Ancak Türk milleti fıtraten dindar olduğundan bu baskılara karşı önemli ölçüde direnmiştir: “Bu milletin yüzde doksanı, bir seneden beri an’ane-i İslâmiye ile ruh ve kalb ile bağlanmış. Zâhiren, muhalif-i fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfüru etse de kalben bağlanmaz.”50






9. Laiklik ve Devletin Dini






Laikliğe geçişle birlikte devlet dine hizmeti kendisi için bir amaç olmaktan çıkarmış, din için cihattan açıkça vazgeçmiş, milli bir devlete dönüşmüştür (Bu değişiklik o tarihlerde başka İslam devletleri tarafından da benimsenmiştir.):






“Evvelâ başta cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik Cumhuriyete döner.”51






Bediüzzaman yukarıdaki metinde bu değişiklik hakkında olumlu ya da olumsuz bir görüş belirtmemektedir. Ancak bu cümlelerin hemen ardından, artık cihadın biçim değiştirdiğini, iman hizmeti biçimindeki bir manevi cihad döneminin başladığını Risale-i Nur’un temsil ve takip ettiği bu yeni cihad tarzının maddi cihada ihtiyaç bırakmadığını bildirmektedir:






“Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir. …






Hem, tâ kelimesine kadar, Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı mânevî mübarezesinde büyük bir kahraman “Nur” namında Risale-i Nur’dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara ihtiyaç bırakmıyor.”52






Ayrıca Bediüzzaman, Risale-i Nur talebelerinin devlet vasıtasıyla tebliğ ve irşat yönteminden uzak durmasının ve hatta devlet gücünü kötüye kullanarak zulmedenlere mukabele etmemesinin sebebini de bu değişikliğe bağlamaktadır:






“… Bu sırr-ı azîm içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar. Ve hakikî şakirtleri, en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona der:






‘Ey bedbaht! Ben seni idam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum; sen benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa; ve âhirette ceza ve belâların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi def ol! Seninle uğraşmam, ne yaparsan yap!' der. O zâlim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, 'Keşke kurtulsaydı' diyerek ıslahına çalışır.”53






Bu dönemde Bediüzzaman laiklik ilkesinin doğru anlamını hatırlatmış ve laikliğin dinsizlik olarak uygulanmasını eleştirmiştir:






“Hükümetin lâik Cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder.”54






“Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yâni hürriyet-i vicdan düsturiyle dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telâkki ederim.”55






Ayrıca ahirzaman hadislerinden aldığı işaretlerle Süfyanın devlet ve ordu içindeki iktidarının geçici olduğunu, toplumun ve dolayısıyla devletin ana rengi değiştirmeye muvaffak olamayacağını müjdelemektedir:






“Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlubiyeti hengâmında, böyle istidraclı ve şanlı ve tali’li ve muvaffakıyetli ve kurnaz bir kumandanı bulunduğundan gizli ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister. Fakat kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-u îman ve Kur’an ışığıyla hakikat-ı hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılır.”56






“Hem en acîbi budur ki; başka mahkemenin müddeiumumisi benden sordu: ‘Mahrem Beşinci Şua’da demişsin; (Ordu, dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak.) Muradın, orduyu hükümete karşı itaatsizliğe sevk etmektir.’ Ben de dedim: ‘Maksadım; o kumandan ya ölecek veya tebdil edilecek, ordu onun tahakkümünden kurtulacak demektir.’57






Görüldüğü üzere Bediüzzaman’ın aynı dönemde hem devlet için hükümet-i İslamiye deyimini kullanmakta hem de hükümetin dinsizlik hesabına icraat yaptığını bildirmektedir. Bu durum tevil veya izaha muhtaç bir çelişki gibi görünebilir. Esasen Bediüzzaman devlet ve hükümeti birbirinden ayırmıştır. Devlete düşman olmamış, isyana kalkışmamış, ancak iktidarı eleştirmekten geri durmamıştır. (Belirtelim ki bu muhalefeti, muhalefet etmek yani iktidara alternatif oluşturmak amacıyla yapılmış bir muhalefet değildir).






Bediüzzaman’ın bu yaklaşımının sebebi şudur: Devlet yetkisini kullananlar zındıka komitesi tarafından kandırılmakta ve kullanılmaktadır:






“… Hükümetin bazı erkânını iğfal edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir zındıka komitesi …”58






Bediüzzaman bu nedenle CHP’nin din aleyhindeki icraatlarının da aslında içindeki yüzde beşlik kısmın tahrikiyle ortaya çıktığını kabul etmekte ve böylece CHP’ye dahi toptancı bir yaklaşımla bakmamaktadır.






“(Demokrat Parti iktidarı döneminde yazdığı bir mektubunda:) Risale-i Nur eski partinin dört-beş hatâsını yüz derece ziyadeleştirmeye mânidir. Yüzde beş adamın hatâsını, doksan beşe de verip yirmi-otuz derece ziyadeleştirmemiş.”59






CHP iktidarı dönemindeki bu olumsuz gelişmeyi gören Bediüzzaman, kötü gidişi önleyebilmek ya da yavaşlatabilmek için, yukarıdaki ayetin tefsirinden de ders alarak, önceki hayatında tatbik ettiği metottan farklı bir tarza yönelmiştir. Salt nasihate yönelik din hizmeti yapmış, iktidara talip olmayı düşünmemiştir. İhtilalle iktidarı devirmeye çalışmaktan da çekinmiştir. Ayrıca siyasi konularda şüphe çekici davranışlardan da aynı şekilde kaçınmıştır:






“Salisen: Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı ‘hutuvat-ı Sitte’ namındaki mücahedatımı takdir edip beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. 'Bizimle çalış' dediler. Dedim: 'Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez.'






Evet ilişmedim ve ilişenlere de iştirâk etmedim. Çünki: An’anât-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir deha-yı askeriyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu. Evet; ben, Ankara reislerinde, hususan reisicumhurda bir deha hissettim ve dedim: 'Bu dehayı, kuşkulandırmakla an’anat aleyhine çevirmek caiz değildir.' Onun için, ne kadar elimden gelmişse dünyalarından çekindim, karışmadım. On üç seneden beri siyasetten çekildim; hattâ bu yirmi bayramdır, bir-ikisinden başka umumlarında, bu gurbette, kendi odamda yalnız mahpus gibi geçirdim; tâ ki siyasete bulaşmam tevehhüm edilmesin.”60






Ayrıca siyasi iktidarı elde ederek bu iktidar kudreti vasıtasıyla yapılacak din hizmetinin muhataplarını münafıklaştırma riski taşıdığına dikkat çekmiştir.






“Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?” Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki: Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. Hem nur, hem topuz ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.61






(Bununla birlikte dindar insanların devlet görevi almaları aynen diğer mesleklere intisap kadar normaldir, bu ayrı bir husustur ve bunda bir mahzur yoktur: Evet, Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaatdar vaziyete girenler, yüz binden çok ziyadedir! Hükûmet-i Cumhuriyenin belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faideli müstakimâne bir surette bulunuyorlar. …62)






Bediüzzaman bu dönemde de devletin din hizmeti yapanlara kolaylık göstermesi gerektiğini bildirmiştir. Zira dine hizmet aynı zamanda hükümetin temel görevi olan kamu düzeninin kurulup işlemesine de yardım etmek demektir:... Ey ehl-i siyaset ve hükümet! Evham edip bizlerle uğraşmayınız. Bil’akis teshilât göstermeniz lâzım. Çünki hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merhameti tesis ile, hem asayişi, hem inzibatı, hem hayat-ı içtimaiyeyi anarşilikten kurtarmağa çalışıp sizin hakikî vazifenizin temel taşlarını tesbit ediyor, takviye ve teyid ediyor."63






Aynı sebeple devlet dindarlara karşı dinsizler lehinde taraf olmamalıdır. Dindarları korumalı ya da en azından eşit davranmalıdır:






“Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden Cumhuriyet hükûmeti ya beni tam himaye edip, garazkâr, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip, müdafaatıma yasak demesin."64






“Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa tarafdar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem lâik Cumhuriyet, prensibiyle bitarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir.”65






Bediüzzaman’a göre devlet toplumu anarşi ve kaostan uzak tutmak için de dinî prensiplere sarılmak zorundadır:






“Hükümet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikatı nazara alması lâzımdır. Yoksa … Fransız ihtilâl-i kebirinin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telaş edilebilir.”66






“Rusların tahribat nev’inden manevî kuvvetlerine karşı, adliyenin binden birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehl-i namusun kızlarını ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı, ancak ve ancak manevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur’aniye ve imaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.”67






“Ekser-i hükemanın Garbda ve Avrupa’da zuhuru; ve ağleb-i enbiyanın Şark’ta ve Asya’da tulu’ları kader-i Ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya’da hâkim, galib, din cereyanıdır. Elbette, Asya’nın ileri kumandanı olan bu hükümet-i Cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hâsiyetinden ve mâdeninden istifade edecek. Ve bîtarafane prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir.”68






10. Demokratik Cumhuriyet ve Devletin Dini






Bediüzzaman CHP iktidarının yukarıdaki tavsiyelere ve lazimelere uymadığını gördüğünden Demokrat Partinin iktidara gelmesi ve iktidarda kalması için aktif olarak çalışmıştır.






Bediüzzaman ve talebeleri Demokrat Parti döneminde genel olarak devletin icraatlarından ve hükümetten memnun olmuşlar ve bunu ifade etmişlerdir. Bu nedenle, öncelikle, hükümet ile devlet kuvvetini kullanarak zulmeden dinsizleri birbirinden ayırmışlardır.






“(Nur talebelerinin bir açıklamasında:) Bunun için, Risale-i Nur’un neşrine mâni olmaya çalışanlar, emniyet ve asayişin düşmanı ve vatan ve millet haini anarşistlerin hesabına bilerek veya bilmeyerek çalışanlardır. Risale-i Nur’a ilişen hükümet değildir; çünkü, emniyet ve zabıta anlamış ki, Bediüzzaman ve Nur Talebelerinde siyasî bir gaye yoktur.”69






Bediüzzaman, Demokrat Parti’nin, Türkiye’deki çoğunluğu oluşturan İslam milletinin devleti ve hükümeti olarak dikkat etmesi gereken hususları sık sık nazara vermiştir. Bunların belli başlıları; dindarların ve din derslerinin serbestiyeti, Risale-i Nurların devlet eliyle neşri, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması ve ittihad-ı İslam idealinin gerçekleştirilmesi için diplomatik adımlar atılmasıdır.






“… Ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yapmakla; tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükümet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve …”70






“Eski devrin belli başlı şiarı malûmdur. Demokratlar, bekalarını temin etmek isterlerse, tamamıyla bu şiara karşı bir siyaset takib etmeleri icab eder; bir taraftan komünizme karşı şiddet, diğer taraftan dini ve din ehlini himaye. Açıkça ve mertçe bu yolda yürümek mecburiyetindedir. Bu hususta göstereceği, en ufak bir zaaf, yahut en ufak bir samimiyetsizlik onu Halkçıların çukuruna düşürür.”71






“Onun için şimdiki bu hükümetimizin hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’aniyeye dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır.”72






“Sâniyen: Yeni ehl-i hükümet yavaş yavaş anlıyor ki, hakikî kuvvet Kur’an’dadır. Ve İslâmiyet uhuvveti ile ve imanın hakaiki ile tahribatçı düşmanlara karşı dayanabilirler. … Ve yeni hükümetin Maarif Vekili bu hakikatı hissetmiş ki, seleflerine muhalif olarak en ziyade iman hakikatlarının neşrine, din derslerine ehemmiyet veriyor.






'Madem bu ittifaksızlıktan gelen za’fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. … Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.”73






“Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:






Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler.”74






Dikkat edilirse Bediüzzaman’ın bu talepleri devletin temel niteliklerine, bürokratik şekline ve dönüşümüne ilişkin değil, hürriyetlere ve toplumsal yapıya ilişkin talep ve teklifler niteliğindedir. Bu talepler, aslında, iman hizmetinden sonra gelen fakat iman hizmetinin çerçevesini oluşturacak şekilde önem taşıyan şeair-i İslamiyeyi muhafaza görevi ile de ilgilidir ve çok partili siyasal hayatın (demokrasinin) din lehinde kullanılması amacına uygundur.






“Şark Üniversitesi … Bu mes’ele en yüksek terakki ve sulh-u umumînin medarıdır. Bu müessese bu hükûmet-i İslâmiyeye, bazı şeair-i İslâmiyeden Arabî ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek.”75






Yukarıya aldığımız bazı metinlerden de görüleceği üzere, Bediüzzaman, Demokrat Parti döneminde de devlet ve hükümet için “hükümet-i İslamiye” deyimini kullanmaktadır.






11. Sonuca Doğru: Yeniden Asr-ı Saadet Devletine Gidiş






Bediüzzaman, 25. Söz’de peygamberlerin mu’cizelerinin Kur’an’da zikredilmesinin amacının insanlığa ışık tutmak ve yol göstermek olduğunu ifade etmektedir: İşte, (Kur’an) enbiyâların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizâtlarından bahis dahi, onların nazîrelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmâm ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. … Mu’cizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor, en ileri gàyâtına parmak basıyor, en nihayet hedefleri tâyin ediyor; beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gàyeye sevk ediyor.76






Bu metinden anlaşılabilecek bir mânâ da şudur: Mu’cizelerin amaçlarından biri de insanlığa ışık tutmaktır. Peygamberlerin mucize olarak yaptığının bir benzerini insanlar fen ve sanat ile yapabilirler.






Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Asr-ı Saadet devleti de –yukarıda 4. başlıkta ayrıntılı olarak açıklandığı üzere- bir mucize idi. O halde bu mu’cizenin de bir benzeri fen ve sanatla yapılabilir. Diğer deyişle Hazret-i Peygamberin (a.s.m.) kurduğu mucizevi İslam devleti de bir ideal ve hedeftir. Ahir zamanda bu mu’cizenin bir benzeri yeniden ortaya çıkabilecek ve insanlığın sulh ve mutluluğunu temin edebilecektir. Peygamberin (a.s.m.) ahirzamandaki varislerinin bir vazifesi de bunu tahakkuk ettirmektir.






Bunun için yapılması gerekenler açıktır. Yeniden, baştan başlanacak; Mehdi cemaatinin önderliğinde ve iman, hayat ve şeriat sırasına göre, birey, toplum ve devlet yeniden inşa edilecektir. Bireyin inşası, imanının tahkiki imana yükselmesi ve sünnete riayetle hayata aksetmesi ile olacaktır. Toplumun inşası bid’aların ve dünyevileşme cereyanının durdurulması ve şeairin ihyası ile olacaktır. Devletin inşası ise ittihad-ı İslam ve şeriat-ı Muhammedinin ihdası ile olacaktır.






Bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi için devletin yapması gerekenler açıktır. Dindarların ve şeair-i İslamiyenin lehinde icraat yapacak, ittihad-ı İslamın önündeki engelleri uluslararası ittifaklarla aşacaktır. (Bu süreç tamamlanmadan, İslam’a uygun bir hukuk düzeninin kurulması ile ilgili icraatlar yapılması mümkün ve mantıklı değildir.)






Nitekim Mehdi cemaatinin vazifeleri arasında, ittihad-ı İslam’ı ve Kur’an’ın hükümlerinin hakimiyetini de içeren yüksek İslam siyaseti de vardır.






“… Bu zaman hem imân ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.”77






“Mehdi-i Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç vazifesi var. …






Birincisi: … Herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. …






İkinci vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Alem-i İslamın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve manevi tehlikelerden ve gazab-ı İlahiden kurtarmaktır. …






Üçüncü vazifesi : İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile uğramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın manevi yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.”78






Mehdi cemaatinin bu üç vazifesinin vakti sırasıyla gelecektir. Üçüncü vazife için birinci ve ikinci vazifelerin tamamlanmış olması gerekir. İslam toplumlarında yaşayan Müslümanların yüzde altmış yetmişinin tam dindar olması bu hususta önemli bir basamak ve barajdır denebilir: “… İttihad-ı İslam partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir.”79






(Mehdinin devlet ve rejim düzeyindeki vazifesi, rejimi “değiştirmek” ya da “yıkıp yeniden kurmak” değil, “tamir”dir: “Hz. Mehdî’nin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle Şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hz. Mehdî cemiyetinin mu’cizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak.”80)






Nitekim, Demokrat Parti’nin Ayasofya’yı ibadete açmak gibi bazı sembolik önem taşıyan icraatlar yapmasını, risaleleri resmen neşretmek ya da serbest olduğunu kabul ve ilan etmek gibi adımlar atmasını isteyen Bediüzzaman, bu dönemde hükümetten “devletin dini İslam’dır” ibaresinin yeniden anayasaya konulmasını ya da bunu da kapsayan yeni bir anayasa yazılmasını istemiş değildir.






Bu tutumun sebebi bizce şudur: Henüz bu alanda adım atmanın zamanı gelmemiştir. Zira toplumun dindarlığının bu hükmü kaldırmayacak kadar zayıf olduğu bir ülkede Anayasaya devletin dininin İslam olduğunu yazmanın ne pratik ve ne de sembolik bir faydası ve mânâsı olmayacaktır. Bu dönemde, devletin, milletinin manevi değerlerine ve özellikle şeaire düşman olmaması, dindarların önünü açması ve böylece “İslam toplumunun devleti” olduğunu göstermesi yeterlidir. Gerisi Mehdi cemaatinin vazifesidir. Fert ve toplum üzerinde yani iman ve hayat sahasında yapılacak olan bu vazifenin ifası için, devletin “dine hürmetkar” olması gerekli ve yeterlidir. Esasen bu, bu günkü devletin dine ve millete yapabileceği en büyük hizmetidir.






Dipnotlar:






1- Tarihçe-i Hayat, s. 204






2- Şualar, s. 395.






3- İşaratü’l İcaz, s. 17.






4- Emirdağ Lahikası, s. 329.






5- Sözler, s. 24.






6- İşaratü’l İcaz, s. 146.






7- İşaratü’l İcaz, s. 164.






8- İşaratü’l İcaz, s. 164.






9- İşaratü’l İcaz, s. 164.






10- İşaratü’l İcaz, s. 165.






11- Münazarat, s. 52.






12- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 86.






13- Mektubat, s. 58






14- Mektubat, s. 100






15- Emirdağ Lahikası, s. 336






16- Hutbe-i Şamiye, s. 38






17- Mektubat, s. 255






18- Mektubat, s. 419.






19- Mektubat, s. 419.






20- Mektubat, s. 420.






21- Hutbe-i Şamiye, s. 42.






22- Lem’alar, s. 36.






23- Lem’alar, s. 38.






24- Sünuhat, s. 56.






25- Suna Kili ve A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1985.






26- Hutbe-i Şamiye, s. 93.






27- İslam anayasası hakkında ayrıntılı bir çalışma için bkz. Ahmet Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslam Anayasası, İstanbul-1997.






28- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 21.






29- Lem’alar, s. 36.






30- Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Erdoğan, Avrupa Birliği Anayasalarında Devletin Temel Nitelikleri; http://ogrenci.hacettepe.edu.tr/~b0122202/Inetpub/wwwroot/hukuk/avrupabirligi/abanayasalarindadevletintemelniteligi.htm






31- Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Erdoğan, Avrupa Birliği Anayasalarında Devletin Temel Nitelikleri; http://ogrenci.hacettepe.edu.tr/~b0122202/Inetpub/wwwroot/hukuk/avrupabirligi/abanayasalarindadevletintemelniteligi.htm






32- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 69.






33- Tarihçe-i Hayat, s. 73.






34- Münazarat, s. 54.






35- Münazarat, s. 46-47.






36- Tarihçe-i Hayat, s. 73.






37- Münazarat, s. 38-39.






38- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 20.






39- Kastamonu Lahikası, s. 51.






40- Şualar, s. 513.






41- Mesnevi-i Nuriye, s. 87.






42- Tarihçe-i Hayat, s. 130.






43- Tarihçe-i Hayat, s. 129.






44- Asa-yı Musa, s. 141.






45- Tarihçe-i Hayat, s. 220.






46- Tarihçe-i Hayat, s. 221.






47- Şualar, s. 332.






48- Mektubat, s. 314.






49- Şualar, s. 250.






50- Emirdağ Lahikası, s. 191.






51- Asa-yı Musa, s. 79.






52- Asa-yı Musa, s. 79.






53- Asa-yı Musa, s. 80.






54- Tarihçe-i Hayat, s. 204.






55- Şualar, s. 318.






56- Şualar, s. 514.






57- Tarihçe-i Hayat, s. 354.






58- Şualar, s. 275.






59- Emirdağ Lahikası, s. 451.






60- Tarihçe-i Hayat, s. 195.






61- Lem’alar, s. 107.






62- Şualar, s. 311.






63- Kastamonu Lahikası, s. 101.






64- Emirdağ Lahikası, s. 27.






65- Tarihçe-i Hayat, s. 194.






66- Emirdağ Lahikası, s. 320.






67- Emirdağ Lahikası, s. 310.






68- Tarihçe-i Hayat, s. 212.






69- Tarihçe-i Hayat, s. 597.






70- Emirdağ Lahikası, s. 319.






71- Tarihçe-i Hayat, s. 553.






72- Emirdağ Lahikası, s. 297.






73- Emirdağ Lahikası, s. 321.






74- Emirdağ Lahikası, s. 387.






75- Emirdağ Lahikası, s. 405.






76- Sözler, s. 231.






77- Kastamonu Lahikası, s. 145.






78- Emirdağ Lahikası, s. 232.






79- Emirdağ Lahikası, s. 386.






80- Mektubat, s. 426.






Köprü Dergisi Kış 2009






BEDİÜZ­ZA­MANMİLLÎ BİRLİK-BERABERLİĞİ HAKKINDA FİKİRLERİ


1. Bediüzzaman, Doğu meselesi, geri kalmışlık ve anarşinin temel sebepleri olarak cehalet, fakirlik ve ayrılığı adres göstermiştir: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihat edeceğiz.” Özellikle cehalet illeti üzerinde durmuş, köklü tedavisinin maariften geçtiğini dile getirmiştir. Doğu’da kurulacak “Medresetü’z-Zehra” üniversitesi projesini, maarif meselesi ve geri kalmışlığın çözümü olarak sunmuştur. Böylece maarif ve medeniyetin güzellikleri yeniden gelecek, kalkınma istidadı güçlenecek ve Doğu dirilecekti. Bugüne kadar bölücü örgüt ve grupların, bölgedeki cehaletten beslenmesi ve bundan toplumun birlik, beraberlik ve huzurunu bozan binlerce teröristin bitmesi, Bediüzzaman’ı defaatle haklı çıkarmıştır.


2. Said Nursî’nin, 1947′­de dönemin İçişleri Bakanı Hilmi Uran’a gönderdiği mektupta yer verdiği, devleti bekleyen anarşi fitnesinin zuhur etmemesi için alınacak tedbirlerle ilgili ihtarları, dinî-içtimaî birliği korumadaki samimiyet ve duyarlılığının çarpıcı bir delilidir: “Doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice (geçerli kılmaya) çalışmazsanız.. kati hüccetlerle ispat ederim ki.. dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet.. küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup, âlem-i İslâm’ın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz… Hakaik-i Kur’aniyeyi, terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket yapmakla o cereyan durdurur inşallah.”


Konuyla alakalı başka bir tespiti de şudur: “Bu milletin bazılarının.. dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i katil (öldürücü zehir) hük­münde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı ta­mam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur.”


3. İslâm,toplumun birlik ve beraberliğini bozan, başka topluluklara düşmanlık, zulüm ve hakareti meşru gören ırkçılığı, menfi milliyetçiliği yasaklamıştır. Bunu sıhhatli bir biçimde ortaya koyan âlimlerden biri de Bediüzzaman’dır: “Biz Müslümanlar indimizde din ve milliyet, bizzat müttehiddir… Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur… Hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı, hamiyet-i milliye ona hadim ve kuvvet ve kal’ası olmalı…” “Fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfidir… Diğerlerine adavetle devam eder… Şu ise muhasemat ve keşmekeşe sebeptir… Müsbet milliyet.. menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiye’yi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.”


TürklerleKürtleri binlerce yıldır birbirine bağlayan en önemli bağ din kardeşliğidir. Said Nursî “İçtimai Reçeteler”de, iki kardeş topluluğun İslamiyet ortak paydasında ittifak ve uhuvvet bağlarını güçlendirip kader birliği etmekten başka çarelerinin olmadığına şöyle temas etmiştir: “Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti… İttifakta kuvvet var. İttihadda hayat var. Uhuvvette saadet var. İtaat-i hükümette selamet var.”


5. Bediüz­za­man’a göre ayrılıkçı hareketlerin tesir ve kalıntılarının yok edilmesi için manevî bağların ve dinî değerlerin kuvvetlendirilmesi hayatidir: “Şarkta herhalde; millet, vatan maslahatı namına ulum-i diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e ha­kiki kardeşliğini hissetmeyecek.”


6. Nursî’nin nazarında ihtilafın giderilmesi için muhabbeti hâkim kılmak zaruridir: “Biz muhabbet kahramanlarıyız, husumete vaktimiz yoktur.” Korku, baskı ve şiddet ile birlik ve dayanışma sağlanamaz: “Maddi tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?” Fertlere kanunların tarafsız uygulanması ve imtiyazlı muamele yapılmaması gerekir: “Kuvvet kanunda olmalı.” Partizanlık ve tarafgirlik tehlikelidir: “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz.”


7. Bediüz­za­manmillî birlik-beraberliği pekiştirmek için din, mefkûre, mukaddesat, ümmet ve vatan birlikteliğinin ön plana çıkarılması gerektiğini savunur: “Heyet-i içtimaiye-i İslâmiye, büyük bir ordudur, kabâil (kabileler) ve tavâife (taifelere) inkisam edilmiş (bölünmüş). Fakat bin­ bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir.. binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar… Tenâkür (birbirini tanımamak) için değil, tahâsum (düşmanlık) için değildir!..”






BİZİM DÜŞMANIMIZ CEHALET, ZARURET, İHTİLAFTIR. BU ÜÇ DÜŞMANA KARŞI SANAT, MARİFET, İTTİFAK SİLAHIYLA CİHAT EDECEĞİZ. Bediüz­za­man Saidi Nursi Hz.










DAVUTOĞLU: CİHAN DEVLETİ 12 YIL İÇİNDE KURULACAK!


Davutoglu gelmiş geçmiş en iyi dışişleri bakanıdır, canla başla büyük bir birlik için çalışıyor.


Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin 12 yıl içinde cihan devleti olacağını söyledi. AK Parti'nin Çanakkale'deki milletvekili adaylarının tanıtım törenine katılan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, yaşanan önemli olayları değerlendirdi. 1911 yılında Trablusgarp savaşının yaşandığını ifade eden Bakan Davutoğlu, "Yıl 2011. Ve Libya, gündemimizin en başında yer alıyor. Mustafa Kemaller, Enver Beyler, Osmanlı devletinin en güzel subayları Trablusgarp'taydılar. Bugün de emin olunuz iki aydır rüyalarımızda hep Libya var. Çünkü o topraklarda bizim kardeşlerimiz var. Mısrata'dan aldığımız yaralılardan birisi şunu demişti: "Mısrata'nın yüzde 60-70'i Türk kökenlidir." Her birimizin ya dedesi, ya babaannesi bir şekilde Türkiye ile irtibatlıdır. Bizim o topraklara borcumuz var. Bir muhasebe yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz" dedi.






1912 yılında Balkan Savaşları'nın yaşandığını ifade eden Davutoğlu, "Bu yıllar, bütün Balkan coğrafyasından çekildiğimiz yıllar. Burada o coğrafyalardan birçok insanın olduğunu biliyorum. 2012 Balkan Savaşları'nın 100. yıl dönümü. İstiyoruz ki Balkanlarda savaş değil, barışı egemen kılalım. Ve istiyoruz ki Konya'nın, Bursa'nın, Çanakkale'nin öz kardeşleri olan Üsküp, Saraybosna, Yenipazar dostça, kardeşçe el ele Anadolu ile tekrar buluşsun" diye konuştu.






1. Dünya Savaşı'nın, herkesin ailesinden bir şehidin bulunduğu büyük bir savaş olduğunu kaydeden Davutoğlu sözlerini şöyle sürdürdü: "O yıllar, bir imparatorluğun yıkıldığı, imparatorluğun son neslinin, imparatorluğun her bir neslinin her bir coğrafyasında ayakta kalma mücadelesi verdiği, 4 yıllık hayat mücadelesi verdiği yıllardır.


2014 Dünya Savaşı'nın 100. yıl dönümü. İstiyoruz ki, 1. Dünya Savaşı'nda bizden kopan, kopartılan her bir toprak, her bir kardeş topluluk, tekrar yüreğiyle, inancıyla gelecek vizyonuyla bizimle bütünleşsin. İstiyoruz ki, o kardeşlerimizle engeller, sınırlar kalksın, dostluk köprüleri oluşsun. Ve 1915. Çanakkale Savaşları. Kim gelirse gelsin. Neresinden gelirlerse gelsin. Onları göğüslerimizle söndürürüz. Ve gelecek nesillere onur duyacakları bir miras bırakırız. Bizim dedelerimizin, bizim kadar imkânları yoktu. Ama öylesine güçlü bir imanları vardı ki bugün bu topraklarda başımız dik, alnımız açık yaşıyorsak ve 2023 vizyonundan bahsedebiliyorsak bu Çanakkale'de şehit düşen o aziz şühedanın yüzü suyu hürmetinedir. Bu, iliklerimize kadar işleyen miras, hiçbir zaman zihnimizden silinmeyecektir."






Çanakkale Savaşları'nın 100. yıl dönümü törenleri hakkında da açıklamalarda bulunan Davutoğlu, "Bütün dünyaya 2015'i tanıtacağız. Bazılarının iddia ve iftira ettikleri gibi soykırım yıl dönümü olarak değil bir milletin şanlı direnişinin Çanakkale direnişinin yıl dönümü olarak tanıtacağız. Nasıl bir cihan devletinin küçülme süreci 12 yılda gerçekleşmiş ise güçlü bir cumhuriyetin cihan devleti olma ideali de önümüzdeki 12 yıl içinde gerçekleşecektir" dedi.






Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu gördüğünüz gibi 12 yıl içinde Türkiye’nin büyük bir cihan devleti olacağını söylüyor ve bu yönde canla başla gayret ediyor. Gerçekten de Türkiye’nin on yıl içinde Hz. Mehdi liderliğinde çok büyük bir Türk İslam Birliği’ni kuracağına şahit olacağız.


Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’da, başbakan Tayyip Erdoğan’da bu tüm dünyaya adalet getirecek olan birliğin kurulması için canla başla gayret ediyorlar.


Geçtiğimiz yıllarda yaklaşık 60 ülke ile vizeler kaldırıldı, şimdi sırada pasaportların kaldırılması var. Türkiye liderliğinde bu büyük birlik kurulduğunda tüm dünya huzura kavuşacak. Müslüman’ı da, Hıristiyan’ı da, Musevi’si de çok rahat edecek.


Evanjeliklerin yüzyıllardır planladıkları Armagedon savaşı da olmayacak. Neden biliyor musunuz? Çünkü Hz. Mehdi bir damla kan akıtılmasına izin vermeyecek. Ahmet Davutoğlu’da, Tayyip Erdoğan’daTürkiye’nin büyük bir lider olma gayesiyle yetiştiler, şimdi de bu yolda çok büyük adımlarla ilerliyorlar.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder