21 Ekim 2014 Salı

PKK Kürtlerin temsilcisi mi?..Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu, bunun böyle olmadığını ısrarla vurguluyor


Son olaylar gösterdi ki, bunların niyetleri çözüm sürecini baltalamak.
En büyük darbeyi de Kürt kardeşlerimize vurmak.
Onları cezalandırmak.


DİKKAT EDİN KÜRLERE KARDEŞLERİMİZ DİYORUZ .KÜRTLE PKK YI BİR SEKİLDE AYIRMAMIZ LAZIM YANLIŞ ANLAMAYIN
Bu sözleri çok önemli:

“Bu örgüt Kürtlerin tek temsilcisi değildir. Kürt sorunu diye bir sorun tanımlanıyorsa, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki, hatta İstanbul’daki, Konya’daki, Cihanbeyli’deki, Kulu’daki, Konya’nın ilçelerindeki bütün Kürt kardeşlerimizin söz söyleme hakkı vardır.

Kimse, ‘Bir tek ben konuşurum!’ diyemez.

Son olaylar gösterdi ki, bunların niyetleri çözüm sürecini baltalamak.

En büyük darbeyi de Kürt kardeşlerimize vurmak.

Onları cezalandırmak.

Yakılan işyerleri oradaki halkımızın işyerleri, yakılan okullar oradaki çocuklarımızın okulları, yakılan Kur’an kurslarında ağırlıklı olarak Kürtler ilim tahsil ediyor...

Bu örgüt en büyük zararı Kürt kardeşlerimize veriyor!..”



Evet...

Sayın Davutoğlu yerden göğe kadar haklı; PKK’yı Kürtlerin “temsilcisi”ymiş gibi göstermek, görmek, Kürtlere haksızlık.

PKK’nın dünya görüşü, Kürtlerin hâkim dünya görüşü değil.

Bu “laikçi” bir örgüt, “tek tipçi”, “vesayetçi”, “baskıcı”, “jakoben” ve “ulusalcı!”

Tıpkı malûm “izm” gibi, köşeye sıkıştığında “din istismarına” yöneliyor, bir takım sözde “ilahiyatçı”lardan, sözde “hoca”lardan falan faydalanıyor.

Kullanıyor.

“Aslında dine saygılıyız!” söylemine PKK “da” sarılıyor.

“Bizim de ninelerimiz başörtülü!” mesela!..



“Kobani” bahaneli son eylemlerinde Kur’an kurslarını ve Kur’an-ı Kerim’leri yakmaları, Müslüman Kürtleri dirilerine, ölülerine işkence yaparak katletmeleri dünya görüşlerini ortaya koyuyor.

Malûm “izm”in “yakın” tarihteki birçok uygulamasına benzer tavırlarını göz önünde bulundurduğunuzda iki zihniyet arasında fazla bir fark olmadığını idrak ediyorsunuz.



Peki...

Bu böyle...

PKK, Müslüman Kürtleri temsil etmez.

Asla etmez!..

O halde...

Çözüm Süreci boyunca daha ziyade “PKK ve uzantılarının” muhatap alınmasının çok sağlıklı bir durum olmadığını söyleyenlerin tamamen haksız olduklarına hükmedemeyiz.

Evet, yönetim öncelikle “silahların susmasını” hedefledi.

“Silahların” konuştuğu yerde akl-ı selim susar.

Bu bakımdan “muhatap” meselesinin bir yönünde fazla sıkıntı yok.

Ama meselenin öbür tarafı yani esas tarafı bir ölçüde ihmal edilmiş gibi.

Önümüzdeki süreçte, Kürt halkının “gerçek temsilcileri” olan manevi dinamiklerimizden daha fazla istifade etmek, onları daha görünür kılmak, toplumu onların “sıcak” mesajları ile buluşturmak şart.

Geçtiğimiz günlerde bu sütunda Güneydoğu’dan bir Âlim’in Başbakan Ahmet Davutoğlu’na hitaben kaleme aldığı mektubu yayınlanmıştı.

Mektubuna “Bismihi Te’âlâ” diyerek giren Âlim, “çözüm sürecine” destek verdiğini belirttikten sonra şunları yazıyordu:

“Şimdi diyoruz ki; yaptıkları son zulüm, kan, gözyaşı, yakma ve yıkma olaylarını ve barışı istismar ile bozmalarını dünyaya, halklara, ülkemiz ve bölgemiz vatandaşlarına anlatacak... Bu avantajlı durumu yerinde ve yerince anlatacak ikna edecek kişiler, kurumlar vb. yok mu?

İlimhane olan medreselere ve size oy versin-vermesin sivri bir şekilde politize olmamış, İslamî cemaat, Îslami STK ve fertlere destek en mühim çaredir.”

Vicdanın da, aklın da yolu bir.

Muhatap tabanını genişletmek şart.

Sayın Davutoğlu bunu bir ölçüde yaptı, daha fazlasını yapmaya devam edecektir.

Davutoğlu: Çözüm Süreci Şifa İlacıdır!

Anadolu medyasından, ağırlıklı olarak da Güneydoğu Anadolu bölgesinden misafirlerimiz vardı.

Sağolsun, Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu misafirlerimizi kabul etti.

Gezi olaylarından bu yana Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Sayın Ahmet Davutoğlu’na destek niteliğindeki basın açıklamaları ve toplantılarıyla dikkat çeken “Anadolu Yayın Platformu”nun Başkanı Sinan Burhan’ın organize ettiği programdan son derece çarpıcı mesajlar çıktı.

Araya girmeden, Sayın Başbakan’ın verdiği mesajlardan bir bölümünü nakledelim:

“İç Güvenlik Reformu özgürlüklerin teminatıdır. Çözüm sürecinin teminatıdır. Ne var yeni düzenlemede? Gösteri yapma hakkına engel yok, isteyen hukuki sınırlar içinde gösteri yapsın. Karşı çıktığımız vandalizmdir. Avrupa’da, Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da polis elinde delil varsa 24 saat gözaltı uygulayabilir, 48 saat 72 saat… Bizde ise herhangi bir tedbir alabilmek için savcıdan izin almanız gerek. Savcı da diyor ki ‘Elimde belge yok!’ O vakit suçu engellemek mümkün olmuyor. Biz burada otururken, arka sokakta uyuşturucu çetesi bonzaiyi bir arabada taşıyor olsa, polis bunun ihbarını alsa ve bunu durdurmak istese, durduramaz. Savcıdan izin isteyecek, ‘Durdurup arayabilir miyim?’ Savcı da diyecek ki ona, ‘Elinde ne var, ihbar var, ihbar da delil olmaz.’ O arada uyuşturucu taşıyan araba gider, bütün o gençleri zehirler. Veya Bingöl’de olduğu gibi polislerimiz şehit olur. Burada yasal açık var. Bu yasal açığı gideriyoruz.”

“YASİN’LERİ KATLEDİYOR, OKULLARI YAKIYOR, KUR’AN KURSLARINI YAKIYOR, KURAN’I KERİM YAKIYORLAR!”

“Öyle derin yapılar var ki çözümü istemiyorlar. Özgürlük, gösteri hakkı diyorlar. Hangi gösteri hakkı Yasin gibi 16 yaşındaki bir çocuğun hayat hakkını ortadan kaldırabilir? Bunu hangi vicdan kabul edebilir? 16 yaşındaki bir kardeşimizin, hangi görüşe sahip olursa olsun 16 yaşında birinin üçüncü kattan aşağı atılması, üstünden arabalarla geçilmesi, boğazının kesilmeye çalışılması… Bu vahşete duyarsız kalmak mümkün mü? Türkiye’de geçen sene yine hepimizi üzen ölüm olayları yaşanmıştı. Onlar için seslerini yükseltenler niçin Yasin için yükseltmezler? Kürtler için hareket ettiklerini, onların haklarını korumak için çaba gösterdiklerini öne sürenler, Kürtleri katlediyor, Kürtlerin de eğitim gördüğü okulları yakıyor, Kur’an Kurslarını yakıyor, Kuran-ı Kerim yakıyor. Bu mu özgürlük arayışı?.. Devlet bunlara izin vermez.”

“BAASÇILAR!..”

“Aslına bakarsanız, bütün bu vandalizmin, şiddetin kaynağına bakarsanız, –Onun için tektipçiliğe vurgu yapıyoruz- Baasçı zihniyeti görüyoruz. Baasın değişik versiyonu olan bazı partiler var. ‘Ben burada siyaset yaparım, başka partilerin siyaset yapmasına izin vermem. Ben burada özgürlükleri kullanırım başkalarının kullanmasına izin vermem. Ben burada hak sahibiyim başkası değil, ben burada dükkan açarım, başkası açarsa yakarım!’ dediğiniz anda zalimleşirsiniz. Başta Kürt kardeşlerimiz olmak üzere bütün ülkeye zarar veriyorlar. Yaptıkları zalimliktir, insafsızlıktır.”

“İNADINA KARDEŞLİK!”

“Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki kardeşlerimiz, hizmetlerimizi takdir ettikleri için çözüm sürecine büyük destek veriyorlar. ‘İNADINA ÇÖZÜM İNADINA KARDEŞLİK’ diyorlar. Ama sorsunlar bu vandallara, ne istiyorlar? Sorsunlar, ‘Hayatımızı niye zehir ediyorsunuz?’. ‘Türkiye’yi Suriye’ye mi dönüştürmek istiyorsunuz ya da Irak’taki çatışma ortamına mı sürüklemek istiyorsunuz?..’ Bu vandallar için ortada Kürtlerin haklarını korumak diye bir şey yok. Yok böyle bir şey. Kürt kardeşlerimiz, Kürtlerin hakkını savunmak için ortaya çıkanların Kürtlere yaptıkları zulümleri anlatıyorlar. Bir belediye başkanımız ‘Suikastten kurtuldum!’ diyor, bir başkası ‘Ağabeyimi öldürdüler!’. Bir belediye başkanımız, ‘Akrabalarımı zorla götürüp haraç istiyorlar!’ diyor Bir tanesi “Eğer istifa etmezsen şu yaparız!’ tehdidiyle karşı karşıya olduğunu söylüyor. Bu mu Kürtlerin haklarını savunmak?”

“KARAMSARLIĞA MAHAL YOK!”



“Kimse karamsarlığa kapılmasın; ne biz bu iradeyi terk ederiz ne de bu çözüm sürecini bir şantaj gibi kullanmak isteyenlere fırsat veririz. Çözüm süreci bizim için tarihten gelen ‘ŞİFA İLACIDIR.’ Konjonktürel alınmış bir karar değildir. Birileri bu şifa ilacı yerine halkımıza zehir sunmak isterse, o zehiri ayıklarız, şifa ilacını içmeye devam ederiz. Hiçbir şekilde, hiçbir vatandaşımın ne Diyarbakır’da ne Mardin’de ne Hakkari’de, ne Bitlis’te, ne Bingöl’de ne Urfa’da, ne Gaziantep’te, ne de Edirne’de, Tekirdağ’da, Çanakkale’de, Kastamonu’da, Konya’da ümitsizliğe kapılmasını isteriz. Ümitsizlik ve karamsarlık tam da bu sürece darbe vurmak isteyenlerin ulaşmak istediği şeydir. Psikolojik üstünlüğü ele geçireceğiz.”

YENİAKİT / Serdar Erseven


****************************************

Kürt sorunu: Kendimizi inkârın yol açtığı intihar

Bir 'sorun'u tanımlamadan, o sorunun zuhûr etmesine yol açan nedenleri, süreçleri, güzergâhları belirlemeden, o sorunu hâl yoluna koyabilmek mümkün mü?

5 T FORMÜLÜ

Oysa Kürt sorununda tam da böyle hareket ediyoruz: O yüzden, hem -sonuç itibariyle- bir arpa boyu yol alamıyoruz, hem de sorunu bütün boyutlarıyla tarif edemediğimiz için, sorunun çözümü konusunda attığımız her adımın bir süre sonra geri teptiğini ve meseleyi daha da içinden çıkılmaz hâle getirdiğini görüyoruz, büyük bir şaşkınlıkla.

Önce, sürgit kangrene dönüşen, kontrolden çıkma emareleri gösteren bu hayatî meselenin görünür görünmez bütün boyutlarıyla Tasvir, Teşhis, Tarif ve Tahlil edilmesi; sonra da, sorunun nasıl çözülebileceğine ilişkin Tekliflerin yapılması gerekiyor.

Birkaç yazıda ben bu 5 T sürecini izleyerek meseleye derinlemesine bakmak istiyorum.

KÜRT SORUNU, TÜRK/İYE SORUNUNDAN BAĞIMSIZ MI?

Kürt sorunu, Türk/iye sorunu'ndan bağımsız değil: Türkiye, ne olduğuna, ne olacağına, nereye doğru yürüdüğüne veya yürümesi gerektiğine sarahatle karar verebilmiş değil henüz.

Osmanlı'nın son döneminde başlayan, Cumhuriyet'le kesin bir dönemece giren modernleşme / sekülerleşme / Batılılaşma süreci, Türkiye'nin, tarih yapmasını, tarihin akışını yönlendiren bir dünya aktörü katına yükselmesini mümkün kılan köklü medeniyet iddialarını bizzat kendi elleriyle yok etmesiyle sonuçlandı.

Bir ontolojik kırılma ve epistemolojik kopuş / savruluş yaşamaya başladık: Böylelikle, tarih yapan bir aktörden, tarihte tatil yapan bir figürana dönüşüverdik.

BAŞKALARI, İDDİALARINI TERKETMEDİ AMA!

Oysa bir dünya aktörünün öyle ilk yediği 'dayak'tan sonra dünya tarihinden çekilmesi mümkün mü/ydü?

Batılılar, bugüne kadar, bunun aslâ mümkün olmadığına inandıklarını gösteren bir fobiyle veya dikkatle yaklaştılar bize.

Ve bizim 'büyümemizi'; ufkumuzu, hayallerimizi, rüyalarımızı büyütmemizi; yani medeniyet iddialarımıza yeniden sahip çıkmamızı önleyecek ve bizi 'bağlayacak' şekilde ilişkiler kurdular bizimle.

Benzer tecrübeleri Almanlar da, Fransızlar da, İngilizler de yaşadılar fakat bunların hiç biri, bizim gibi, tarihî iddialarından ve rollerinden vazgeçmedi.

BİR TOPLUM, MEDENİYET İDDİALARINI TERKEDERSE...

Bir medeniyetin çocukları, yok olmanın eşiğine gelmiş olabilirler. Ama ölüm-kalım savaşının eşiğine sürüklendiniz diye, sizi yok etmeye gelenlerin yapacaklarını (sekülerleşme / batılılaşma projesini) kendi ellerinizle hayata geçirmeye soyunarak teslim bayrağı çekmeniz, o büyük medeniyet iddialarınızı terk etmeniz olacak iş midir?

Böylelikle, medeniyet ufkunu yitirip de, bütün farklı dinlere, etnisitelere, dillere, kültürlere hayat hakkı tanıyan insanlığın yegâne medeniyet tecrübesinin geliştirildiği bu Osmanlı medeniyet toprağında bu medeniyetin çocuklarını ulus / etnisite eksenli bir ufuk daralmasına mahkûm ettiğimiz andan itibaren uyguladığımız bütün sekülerleştirici / bölücü projelerle bu toprakların insanlarını, bin yıldır birbirine kenetleyen, ayakta tutan derin yapıları birer birer yıktık ve bugün yaşadığımız Kürt meselesi de dâhil, bütün ufuk ve zihin daralması sorunlarının tohumlarını kendi ellerimizle ektik.

İNKÂR, İNTİHAR'LA SONUÇLANACAKTI...

Sonuçta, bu büyük inkâr'la kendimizi kendi ellerimizle intiharın eşiğine sürüklediğimizi göremeyecek kadar algılama, kavrama ve görme yetilerimizi yitirdik.

Kürt sorununun işte bu medeniyet iddiasının terk edilmesinin kaçınılmaz sonucu olduğunu, çözümünün de 'imparatorluk' bakiyesi bir toplumda tutması aslâ mümkün olmayacak, zamanla büyük kültürel çatlamalara, sosyal çatırdamalara, siyasî çatışmalara yol açacak, bize, bu topraklara yabancı, medeniyet iddiamıza taban tabana ters, sekülerleştirici / bölücü ulus / 'etnisite' ilkelliğine, paganizmine dayanmayan, aksine, bütün farklılıklara hayat hakkı tanıyan medeniyet fikrinin yeniden hayata ve harekete geçirilmesinden geçtiğini göremeyecek kadar metamorfoz yedik.

Yani bizi ayağa kaldıracak, bölgemizde ve dünyada yeniden tarih yapmamızı mümkün kılacak, adalet, ahlâk, hakkaniyet ve barış ilkeleri üzerinden yükselen Osmanlı medeniyet misyonunu yok ederek, kendimizi inkâr etmiş, kendi ellerimizle kendi ayağımıza kurşun sıkmış, kendi bindiğimiz dalı kesmiş, böylelikle kendimizi intiharın eşiğine sürüklemiş olduk.

İşte Kürt sorunu bizim kendimizi inkârın sürüklediği bizzat kendi ellerimizle gerçekleştirdiğimiz bir intihardır.

Kürt sorunu, Türkiye'nin ontolojik sorununun bir parçasıdır: O yüzden siyasî, ekonomik ve etnik yollarla ne anlaşılabilir, ne de çözülebilir.

Not:Üç yıl önce bu sütunda yayımlanan bu yazımı, bundan sonra konuyla ilgili derinlemesine yazmayı planladığım yazılara kalkış noktası teşkil etmesi açısından yeniden yayımlıyorum.


YAZAR : Yusuf Kaplan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder